Daha önce de gördüm cenazelerin kaçırıldıklarını. Tabutlara “aklî kurgular”a hizmet etmek üzere el konulduğunu; gidene yeni kimlikler biçildiğini; gaspçıların “doğruları”yla birebir örtüşürken bu yeni kimlikler, “dost”a, “dost” olmaktan alakonulabildiğini gördüm. Gidenle yasını tutan arasındaki bağın muğlaklaştırılabildiğini, matemin marjinalleştirilebildiğini gördüm. Melâli, ne gidenin, ki bu defa giden dostum Hrant Dink’tir, ne de yüzbinlerin döktükleri gözyaşlarınıni anlatabildiklerini gördüm. Merhumun cenazesi henüz soğumamışken, “…Allah rızası için küsme abi, sana yalvarıyorum… size yalvarıyoum. Zaman’a yalvarıyorum ne olur küsmeyin… Sizin için dua eden milyonlarca insan var” diye çırpınan “Türk” Murat’ı, “…bu toplum güvercinlere hep dokundu… Onları sürdü, kültürlerini ezdi, düpedüz öldürdü…” kurgusuyla uzağa iten, “…bu toplumda olmayan şeyin, samimiyetin sınavı başlıyor şimdi” diyerekten sinsilikle suçlayan, Türkiye’de “sadece hastalık” görebilen, yürekleri mühürlü muhtelif mahçupyanların melâli hükümsüzleştirebildiklerini gördüm. Muhtelif mahçupyanların, nicedir yitirdikleri yüreklerinin yerine müteveffanın “güvercin yüreği”ni yerleştirmektense, kendi “akıl”larına sevdalanmalarını gördüm.
O “akıllar” ki, kürsüde “Avrupa’daki Ermeni diyasporası”nın oturduğu bir mahkemede yargılanmanın “Türkler”i ne denli rencide edeceğinden bîhaber; 22 Ocak 2007 tarihli naata, “Avrupa’daki Ermeni diyasporası”nın önüne çıkıp, “Türklerin değişebilip değişemeyeceği”ni tartıştıklarını vurgulayarak başlarlar. O “akıllar” ki, salt bu itiraflarının, “biz”i cenazemize yabancılaştırması mukadder yolun taşlarını döşediğinin farkında değildirler.
1095’de Allah’ın “lânetlendiği bir ırk” olduğumuzu ilân eden Fransız Papa Urban‘dan bu yana, “Avrupa”nın bin yıllık ve değişmez nobranlığından muzdarip bir halk olduğumuzu görmek istemeyenler, o “akıllar”dır. “Bakın, işte diyasporadakiler haklı çıktılar, siz Türkler değişmezsiniz” mealindeki nispet verici ahkâmı, olsa olsa çocuksu bulup, aldırmayacağımızı hesaplayamayanlar da o “akıllar”dır. Türklerin “uygarlığın getirdiği tüm yenilikler”in insanın insana reva gördüğü vahşeti dindirmeyip körüklediğini bilecek kadar eski, “yeni”nin, “hayırlı”nın eşanlamlısı olmadığını bilen, “biz”den sürgit talep edilen “değişim”in olası sonuçlarını her an irdelemekte olan, deneyimli bir halk olduğumuzu teslim etmeyenler, o “akıllar”dır. Avrupa diyasporasına “’Türkler’ diye bir kategoriden söz etmenin yanlış olduğunu” hatırlatmış olmalarının, “biz”im nezdimizde münazara adabının asgari koşullarını yerine getirmiş olmalarından öte bir değeri olamayacağını kestiremeyen “akıl”lardır. Çinli, Arap, Kürt ya da Ermeni, toptancı aşağılamaların, toptancı suçlamaların tüm halklar için abes olduğunu nicedir bilen “biz”leri, “iyi Türkler de var” gibisinden bir üstenciliğin kesmiyeceğini idrak edemezler. Hal böyle olunca, mahçupyanların “babalarımız Türkler adam olmaz demişlerdi ama biz dinlemedik” mealindeki hayıflanmalarının yersizliğini de idrak edemezler.
Menfur cinayeti “Türkler”in “insanlık sınavına” indirgemenin, Dink’in hunharca katlinin “biz”de açtığı derin yarayı hakaretle azdırmak anlamına geldiğini hissetmek gerekir. “Türkler”de “böbürlenme” sandıklarının, “vekar;” “hamaset” sandıklarının, “yiğitlik iştiyakı;” “kavrukluk,” sandıklarının ise “alçakgönüllülük” olduğunun mahçupyanlar tarafından sezilmesi gerekir. Vekar, yiğitlik iştiyakı ve alçakgönüllülükle “şekillenen bir kimlikten sıyrılmanın, onu yeniden yaratmanın” Türkler için “iyileşme” anlamına gelip, gelmeyeceği üzerinde yeniden ve yeniden ve yeniden düşünülmesi gereken temenni olduğunun farkına varmak gerekir.
Algılamadaki olumsuz seçiciliklerinde ısrar ettikleri sürece, “bugün sokaklarda Hrant için biriken insanlar”ı doğru değerlendiremeyecek, Türklerin gözyaşlarını sahici kimliklerine değil, geçirdiklerini umdukları “değişim”e yorarak yanılacak, “benim Türklerim” ayrıştırmasının sakatlığının bedelini, “o Türk’ten içerü değişmeyen başka bir Türk mü var” tedirginliğini sürgit yaşamak suretiyle ödemek durumunda kalacaklardır.
Biz “Türkler” için dahi, mesele, nicedir “’Ermeni sorunu’, ‘soykırım’ falan değil,” ifadesini “akıl” ehli Etyen Mahçupyan ile “gönül” ehli Hrant Dink’in yaklaşımlarında bulan, “iki Ermeni’nin arasındaki esas mesele”dir. Türkler olarak biz de yarınki ilişkilerimizi hangi Ermeni’nin belirleyeceğini merak ediyoruz: yüzü Avrupalı diyasporaya dönük, yüreğini yitirmiş olan Ermeni mi, yüzü “can yoldaşlarına” dönük, yüreği yerinde çarpan Ermeni mi? “…kendi kimlik sorununu ötekine/Türklere/ yönelen bir şiddet/aşağılama,hakaret/ eylemine dönüştürerek ayinleştiren,” bu tutumunu sürdürebilmek için Avrupa’nın desteğine güvenen Ermeni mi, yoksa “Türkler”e ilişkin ezberini bozmayı göze alabilecek, “değişim”den gocunmayacak olan Ermeni mi?
“Hrant’ı hazmedemeyen, onun varlığına bile tahammül edemeyen/in/ cinayete uzanan elini tutacak” halin bizde de olmadığı, günlerdir akan gözyaşlarımızın tasdikindedir. Ama 1990 doğumlu bir lumpeni “anlayacak,” anlamaya çalışacak halimiz var ve olmak zorunda, çünkü, anlamak eylemi, “insanlık sınavı”nın birinci vizesidir.
Günün sonunda, Hrantlar mı, Etyenleşecekler, Etyenler mi, Hrantlaşacaklar? Türkiye Ermenilerinin “bu insanlık sınavından yüz akıyla çıkmasını diliyor,” papaza kızıp, abdest bozulmaz kadim öğretisine sadık kalarak, yasımın mahremiyetine sığınıp, göz yaşlarımı helâl ediyorum.