Melez Dünya Görüşü ve Timsahın Göz Yaşları

“Şimdi 2 – 3 güne kadar Bağdat’ın bombardımanı başlayacak… En az yarım milyon insan ölecek… Şayet Iraklı gariban da, Irak vatandaşı olma yerine, Avrupa vatandaşı olma düzeyine gelmiş bulunsaydı; 21. yüzyılın başında boşu boşuna ölüp gitmeyecekti… Yeni yüzyıl, çağdışı kalmışlığı affetmeyecekmiş gibi görünüyor.”

Cümlelerin içerdiği Türkiye’ye dönük ima da göz önüne alındığında, ne kadar umursamaz, hatta şahinsi bir saptama gibi duruyor, değil mi? Avrupa vatandaşları olup da, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında boşu boşuna ölen hepsi de “çağdaş” milyonları yok saysak bile, sayın yazarın hükmünün günümüz aydınları arasında pek yaygın bir dünya görüşü olduğunu teslim etmek durumundayız. Şimdi, soru şu: “Bir zamanlar makalelerine ‘Solcu Olmayan Hayvandır’ diye başlık atabilen parlak beyin/beyinler nasıl bu hale geldiler?!”

İki anahtar kavramdan birisi “çağdışılık,” ikincisi, sosyal-Darvinizm.

Şöyle ki, geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında tarihçiler ve iktisatçılar arasında siyaset araştırmalarında kimin yönteminin esas alınması gerektiği hususunda kavga vardı. Eğilimler ve entelektüel modalar gereği, bir tarihçilerin-bir iktisatçıların kazandığı tartışma, ‘60lı yıllarda Karl Popper’ın tarihselliğin ilkelerine saldırısı ile birlikte ekonomistlerin lehine döndü. O yıllardan itibaren, sosyal bilimlerde “kanun-koyucu” ve “moda-yaratıcı” rolünü ekonomistler üstlendi. Yani, örneğin, çağdaşlık (ya da çağdışılık) gibi siyasi kavramların geçerli olup olmadıkları iktisatçıların yöntemleri ile belirlenir oldu.

Burada bir açıklama daha gerekiyor: herhangi bir alanda, bu durumda siyaset alanında, malûmatın “bilim” ismi ile onurlandırılabilmesi için kullanılan yöntemin “belirlilik,” “ölçülebilirlik” ve “kestirilebilirlik” vadetmesi gerekiyor. Hükümlerin rakamlarla ifade edilebilmesi, dökümlenebilmesi ve neden-sonuç ilişkilerinin demir gibi sağlam olması şart. Diğer bir anlatımla, günümüzde geçerli olan ekonomik yöntem, Newtoncu kâinat anlayışından kaynaklanan neo-pozitivist, siyah-beyaz, doğrusal dünya görüşüdür. Dahası, ciddi muhaliflere karşın, Batılı sosyal bilimlerde fen bilimlerinden ekonomistler aracılığıyla ithal edilmiş niceliksel yöntemler, geçerli olmaya devam etmektedirler.

Ekonomi bilimi, toplumu “fıtri” ve “akılcı” tercihleri olan bireysel tüketicilerin oluşturduğu mekanik bir bütün olarak ele alır. Kültürel ve psikolojik faktörler ile bireysel farklılıkları gözardı eden bu indirgemeci tutum, toplumsal araştırmalarda insani boyutun kaybolmasına yol açmış, ve olacağına bakın! Sovyetler Birliği’nde bile “kaba” olduğu teslim edilen Marksist yöntemlerle Batılı yöntemleri kucaklaştırmıştır!

Hemen söylemeliyim ki, ülkemizde “döneklik” ile suçlanan, sıkı “solcu” iken, neo-liberalizmin ve küreselleşmenin baş müdafi kesilmiş Batıcı aydınlarımızın yeni değer yargılarını yadırgamıyor olmalarının nedeni bu entelektüel kucaklaşmadır. Hal böyle olunca, ne SSCB’nin düş kırıklığına uğrattığı Marksistler, ne de neo-liberaller, fert başına düşen milli gelir, ülkeye giren “global sermaye” (ki, yazar, Türkiye için bunun 20 milyar olması gerektiğini ifade etmektedir) iç/dış borç miktarı, vb. vb. rakamlara bakarak Irak’a “çağdışı” şeklindeki siyasi hükmü vermekte sakınca görmeyeceklerdir.

Ekonomik yöntemin gerek Batılı gerekse Marksist entelektüeller arasında revaç bulmasının bir başka nedeni, “toplum mühendisliği”ni mümkün ve kolay gösteren bir esriklik, bir bilmişlik hali yaratmasındandır. Örneğin, Gorbaçev sonrası Rusya’sının durumunda, siyasi dönüşüm, ekonomik yöntemi benimseyen akademisyenler ve finans kuruluşları uzmanları tarafından dayatılmıştır. İnsan klonlaması taraftarları gibi, bunlar da, Avrupalı ekonomik aktörlerlerin şekillenmelerinin özel koşullar altında ve asırlar süren bir oluşum olduğunu gözardı etmekte, “Avrupalı” genlerinin bambaşka bir toplumun rahmine ameliyatla yerleştirilmesinin mümkün olduğundan ve transformasyonun bir canavar yaratmayacağından emindirler. Toplumlar arasında “metahistorical,” tarih-üstü, farklılıkların olabileceğini görmezden gelmeyi yeğlerler. Ve ortaya, Başkan Bush gibi, “demokratikleşme” dedikleri siyasi sürecin, ekonomik rakamlarla ifade ettikleri “çağdışılığa” derman olacağını ifade eden tipoloji çıkar. Söz konusu yazarımızın, Türkiye’nin çağdışılıktan kurtulması için, “…belediyelerin ulusal gelirden aldığı payın yüzde 8’den, hiç değilse yüzde 20’ye çıkması” gerekir türünden hükmü de bu fasıldandır. Oysa, deneyimsiz ve ahlâki değerleri oturmamış liderlerinin önderliğinde demokrasinin halkın isteklerini asla yansıtmayan bir ritüele dönüşmesi, sık rastlanan bir insani durumdur.

Öte yandan, siyaset biliminin yöntemlerini yine ekonomi bilimi aracılığı ile ithal ettiği bir diğer fen bilimi de biyoloji/genetiktir. Böylece çevreye en iyi uyum sağlayanın yaşayakaldığı tesbitinden yola çıkarak, rekabet edecek durumda olmayanların gözden çıkarılmalarında sakınca olmadığı sonucuna varılır. Hal böyle olunca, Bush, kazanmaya (yazar, bu vakayı “Bush, Irak harekatı nedeniyle tüm dünyanın kendisine karşı çıkacağını hesaplamamış olsa da, geri adım atma olanağından yoksundu…” şeklinde ifade etmektedir) Iraklılar ise kaybetmeye zaten mahkûmdurlar. Yoksulların/çağdışı kalmışların başlarına gelenler, ekonomi bilimine sadakatla uymamaktan kaynaklanan ve tartışmasız kendi hatalarıdır. “Metahistorical” farklılıklar, tercihler, üzerinde konuşulmaya değmeyecek zırvalardır. Determinizmde buluşan eski Marksist-yeni liberallerin, bizim “biz, bir muz cumhuriyeti değiliz,” Iraklıların “hak bizden yanadır” şeklindeki ifadelerinde hamasetten öte gerçekler algılamaları mümkün değildir.

Ne ki, günümüze hakim olan bu melez Marksist-neoliberal dünya görüşünün muhalifleri, herşeye karşın güçlenmektedirler.

“Biz, sosyal bilimlerde halihazırda kullanılan ekonomik akıl kavramının yeniden değerlendirilmesi, kısıtlamalarının farkına varılması, tarihe ve tarihsel yöntemlere geri dönülmesi gerektiğinin kaçınılmalığına inanıyoruz,” diyorlar,

“Homo historicus ekonomistlerin ima ettikleri gibi, ne tarihi tarafından sakatlanmış ne de geri kalmış biridir. Batıcı düşünürlerin talihsizliği, marjinal gibi duran kanıt ve kaynakları gözardı etmek, yaygın kaynaklara bağlı kalmaktır. Söz konusu bu kaynaklar, çoğunlukla hükümetlerin kaynakları, yüksek tirajlı medya organları, en etkin siyasi grupların etkisindeki yazarlardır. Oysa, yeraltında işleyen ve ciddiyetsiz gibi duran sosyal, siyasi ve kültürel güçlerin sesleri önemsenmelidir. Çünkü, tarihin dönüm noktalarını oluşturan olaylar, insanların geçmiş tecrübelerinin şekillendirdiği seçeneklerinin tezahürleridir. Belirli bir alternatifte karar kılmak ve hatta öyle bir alternatifin varlığından haberdar olmak, karar kılanların maddi, düşünsel ve ahlâki kaynakları, ideolojik tercihleri, psikolojileri, kültürleri ile yönetici gruplarının liderlik ve irade donanımlarına bağlıdır.”

İşin kötüsü, kendilerini en “çağdaş” sayan düşünürler, neo-positivizme meydan okuyan postmodernist dünya görüşlerine ilişkin en ufak fikirleri olmayanlardır. Oysa, başta “çağdışılık” olmak üzere, dünyada yüzde yüz doğru ya da yanlış olduğu yüzde yüz kanıtlanabilen tek bir tesbit yoktur. Belirli bir zaman kesitinde verilen hükümler, hüküm verenlerin entelektüel ve diğer önyargıları ile zamanın ruhunu (zeitgeist) yansıtırlar. Huntington’un durumunda olduğu gibi. Huntington’un medeniyetler çatışmasının kaçınılmazlığına dair teorisi, özgürlük, adalet, demokrasi, insan onuru gibi Batılı ve diğer kültürler tarafından geliştirien temel düşüncelerin, gerek Irak gibi müslüman, gerekse diğer zihinlere a priori (kafadan!) yabancı oldukları görüşüdür.

Melez dünya görüşünün pratiğe koyulmasına “kaçınılmazdır” gerekçesiyle seyirci kalmak, ırkları ve kültürleri birbirlerinden ayıran yeni “Demir Perde”ler gibi, içinde Türkiye’nin de yer aldığı talihsiz sonuçlar doğuracaktır. Niyet bu olmasa bile.