“Milli” Eğitimimiz de Olması Gerektiği Gibi!

Aslında, “milli” eğitimimiz de olması gerektiği gibi: yani, bölük pörçük, parça başı ve kalitesiz. Kime göre kalitesiz? Meselâ, ilk ve orta dereceli okullar düzeyinde faaliyet gösteren, “International Association for the Evaluation of Educational Achievement,(1) IEA’ya göre kalitesiz. 1958 yılında kurulan bu bağımsız örgüt, üye kuruluşlarının, ki bunlardan bir tanesi de Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı Araştırma ve Gelişme Dairesi, eğitim sistemlerinin temel dersler çerçevesinde verimliliğini ölçüyor. Temel derslerden kasıt, matematik ve fen bilimleri ile okuma-yazma-kavrama becerileri. Buna ilâveten, “sınıf pratiği” denilen yani öğrenci-öğretmen ilişkilerini inceleyen çalışmaları olduğu gibi, “yurttaşlık eğitimi,” “enformasyon teknolojisi” ve “okul öncesi eğitim” alanlarında da çalışmaları var.  

IEA’nın son araştırmalarından (2) birisi çoktandır bilinen bir gerçeği tekrar gündeme getirdi: Otuz sekiz üye ülke arasında Türkiye, matematik ve fen bilimlerinde sondan altıncı. Konuyu “Türk eğitim sistemi dökülüyor!” başlığı altında ele alan yazarımız (3) “Ne gam, yeter ki ‘Yurttaşlık Bilgisi’nde başarılı olsunlar, gerisi olmasa da olur!” diye sitem ediyor. Ardında da bir tesbit: “21. yüzyıl, gerek ülkeler, gerekse bireyler açısından ‘en kârlı yatırımın insan sermayesine yatırım’ olduğunu hepimizin suratına haykırıyor ama Türkiye’yi ısrar ve inatla ve dahi millete rağmen yönetmeye talip ‘bürokratik elit’ bu gerçeği kavramaktan aciz. Neden? Özellikle ‘çapsızlar,’ dünyadan ‘habersizler,’ ancak bir o kadar da onların ‘paradigması’nda insanın herhangi bir yeri yok!”  

Meselenin bir yönüne, Sayın Milli Eğitim Bakanımızın “…yaklaşık 200 yıldan beri eğitim bizde ideolojilerin çatışma alanı kabul ediliyor. Sığ bir yaklaşımla, ‘Eğitimi ele geçirirseniz, insanları kendi ideolojinize göre biçimlendirip geleceği ele geçirmiş olursunuz,’ deniliyor. Hiçbir zaman gerçekleşmemiş ama modern çağda büyük acılara yol açmış hastalıklardan birisi bu…”(4) şeklindeki demeci ışık tutuyor: Türk eğitim sistemi, şimdi de 21. yüzyıl ideolojisi doğrultusunda “en kârlı yatırımın insan sermayesine yatırım” olduğunu savunanlarla, “Türkiye’yi ısrar ve inatla ve dahi millete rağmen yönetmeye talip… çapsız… dünyadan habersiz… ‘bilim adamı kılıklı’ olmakla beraber özde ‘molla kafalı,’ ’ceberrut’ /ve/ ‘paradigması’nda insanın herhangi bir yeri olmayan”ların arasındaki mücadeleye sahne oluyor. 

Yazarın “en kârlı yatırımın insan sermayesine yatırım” olduğu tesbitinden de anlaşıldığı gibi, henüz çok başlangıçtaki 21. yüzyılın günümüzdeki hakim ideolojisi “neo-liberalizm.” Yani? “İnsan”ı üretimin nihai hedefi olmaktan çıkartıp, “üretim araçları”ndan birisi olarak gören (kimine göre üretim aracına “indirgeyen”) anlayış. “İnsan kaynakları” adı altında özel bir “mübayaa” uzmanlığının oluşmuş olması da bu eğilimin doğal sonuçlarından. İnsan kaynakları pazarına arz edilen meta ne kadar iyi işlenmişse, yazarın hüsnü tabiriyle “insan sermayesine” ne kadar iyi “yatırım” yapılmışsa, o kadar “kârlı” oluyor. Kime göre kârlı? Bir, insan kaynağını istihdam eden için kârlı; iki, istihdam edilen için “kârlı,” çünkü yüksek ücret demek. İstihdam eden kim? 21. yüzyıl ideolojisi doğrultusunda sınır-tanımayan uluslararası sermaye. Uluslararası sermaye, dökme mala itibar etmiyor.  

Bu gerçeği görmeyenler kimler? Bilim adamı kılıklı olmakla birlikte özde ‘molla kafalı’ olanlar. “Molla” yani büyük ‘din alîmleri.’ Aşağılama amacıyla kullanılan kelime, bu noktada birden anlam kazanıyor. Şöyle ki, din alimlerinden “Müslüman İdeali”ni gerçekleştirecek insanlar yetiştirmeyi amaç edinmeleri beklenir. Mollaların nezaret ettiği eğitimin “ideal” insanı, hiç kuşkusuz Allah’ını “seven, sayan” bu arada komşusunu da sevmeyi ihmal etmeyen “dini bütün” insan olacaktır. Dini-bütün insanın hayatının merkezi Allah’tır. Dini-bütün insan, insanı, yani bireysel esenliği merkez alan dünya görüşünü kabullenemez. Dünya nimetlerinden toplum ve Allah adına feragat, kendi varlığını aşan değerlere itaat gibi erdemleri bir kenara bırakması düşünülemez. Nitekim, medreselerde gerçekleştirilen eğitim, sadelik, dürüst yoksulluk, tokgözlülük gibi vasıflarını geliştirmeye, insanı kendi ölümü ile sona ermeyecek bir hayata hazırlamaya yöneliktir. Tıpkı, ilhamını Hırıstiyanlıktan alan ortaçağ eğitim felsefesinde olduğu gibi. (5)  

Ancak, yazar, “molla kafalı” derken din alimlerinden değil, “rahmetli Atatürk’ü tekeline alan”lardan bahsediyor ve “Hani, hayatta en hakiki mürşit bilimdi?” diye sitem ediyor. Bu serzenişi, “Ne gam, yeter ki ‘Yurttaşlık Bilgisi’nde başarılı olsunlar, gerisi olmasa da olur!” cümlesiyle birleşince yazarın öfkesinin “Cumhuriyet İdealini” Jean-Jacques Rousseau doğrultusunda, “insanın içine doğduğu kültürün, ahlâki ve dini telkinlerin doğal iyiliğini bozmasına izin vermemek” suretiyle gerçekleştirmek, “ideal cumhuriyetçi topluma uyum sağlayacak ‘yurttaş’” yetiştirmek isteyenlere karşı olduğunu anlıyoruz. Ne ki, sarih ifadesini Rousseau’da bulan ve Allah’ı hayatın merkezinden kaydırmakla birlikte “ahlâk kurallarına saygı, bilime inanç, Tanrı’ya hamd” şeklinde özetlenen Rönesans eğitim felsefesi de “insanların ve çevrenin kaderinin kayıtsız şartsız serbest-pazar mekanizmaları tarafından belirlenmesi”ni talep eden 21. yüzyıl neo-liberalizmine cevaz veren bir felsefe değildir. 

Hal böyle olunca, milli eğitim meselesinin, ne “çapsız, dünyadan habersiz, molla kafalı bürokratik elit”e söverek, ne de yazarın sekiz yıllık eğitim kurumlarını “şakır şakır” kurduklarını söylediği “sözüm ona çanına ot tıkanan, tarikat ve cemaat okulları”nı alkışlayarak çözülemeyeceği ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, “bürokratik elit”i, “Türkiye’yi ısrar ve inatla ve dahi millete rağmen yönetmeye talip” olmakla suçlamanın, 21. yüzyılın ideolojini benimsetmek yolunda fayda getireceğini ummak da mümkün görünmüyor. Çünkü halkımızın (yazarın “millete rağmen” saptamasıyla ima ettiği) arzusu doğrultusunda şekillendiğini varsaymak durumunda olduğumuz “tarikat ve cemaat okulları”nın iddia edildiği üzere eğitim yapıyor olmaları halinde “Müslüman ideali”ne hizmet etmeleri gerekir ki, “Müslüman ideali”nin, “Cumhuriyet ideali”ne kıyasla, 21.yüzyıl neo-liberalizminin çok daha uzağına düşeceği açıktır.  

Bu bağlamda, gönül arzu eder ki, Sayın Milli Eğitim Bakanı’nın “Eğitimi, ideolojilerin savaş alanı olmaktan çıkaracağız” şeklindeki beyanını, Türkiye’nin nihayet “gelecek nesilleri nasıl yetiştireceğine karar verdiği” şeklinde yorumlamak mümkün olsun! Ve neo-liberalizmin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi, milli eğitimde geçerli olmasın! Tevhid-i tedrisat yasası son yirmi yıldır olduğu gibi delinmeye devam etmesin ki, Türkiye toplumu “ortak bir dil” bulabilsin, etrafında toplanabilsin. Bu vesileyle, “eğitim”in bir tanımının da “toplumu ortak bir dil etrafında birleştirmek” olduğunu hatırlatalım. Ortak dilden kasıt, kavram birliğidir, ideal birliğidir. 

Servet birikiminin insan için değil, insanın servet birikimi için kullanılmasını vazeden neo-liberalizmin kalıcı bir ideoloji olduğuna inananlardan değilim. Buna karşın, ulusumuzun Batının bilgi tekelini kırmadan yaşayakalması da mümkün değildir. “Bilgi, güçtür,” ve bu gerçek, Francis Bacon’dan bu yana Batı toplumunu şekillendiren, temelini teşkil eden anlayıştır. Öte yandan, bilim, bir üst yapı kurumu da değildir, yani yapılması gerektiği için yapılmaz. Amaçsız “bilim” yoktur. Ve meğer ki, yaşama dair bir meseleyi çözsün, bilimde ilerleme olmaz. Örneğin, kimyanın gelişmesinin altında bakırı altına dönüştürmeye çalışan simyacıların tamahı yatar. Matematik tarihinin önde gelen isimlerin el Burini’yi Sinüs Teoremini bulmasıyla sonuçlanan trigonometrik fonksiyonları üzerinde çalışmaya iten dürtü, namaz kılarken yüzünü doğru yöne dönmek ihtiyacıdır, Kıble’nin koordinatlarının doğru tesbitidir. Bunu gerçekleştirebilmek için, yerküre üzerindeki üçgenlere ilişkin bilgi sahibi olması gerekiyordu. Ezanların doğru zamanlarda okunması da düzlem geometri ve trigonometri bilgisine bağlıydı; sabah, öğlen, ikindi, akşam ve yatsı, Güneş’in doğuşu ile batışı arasına, günün uzunluğu ve Güneş’in yüksekliğine göre dağılır, doğru hesapların yapılması küresel trigonometri bilgisi gerektirir. Hindistan’da olsun, Türkistan’da, Yunan’da, Mısır’da olsun, trigonometri, astronomi ile içiçedir. Bilim, astronomik gözlemlerle başlar. Astronomiyi ilerleten denizcilik, matematiği ilerleten ticaret, fiziği, kimyayı ilerleten endüstridir.  

Meseleyi böyle ele aldığımızda, eğitimin ülkenin genel gidişatından ayrı düşünülemeyeceği, iyileştirilemeyeceği açıktır. Türkiye, yaşamsal “meselelerini” saptamadığı, sahiplenmediği, masaya yatırmadığı sürece, kalıcı bir eğitim felsefesinin esaslarını da ortaya koyamayacaktır. Durum buyken, Milli eğtimin yerel birimlere devredilmesi ya da merkezden kontrol edilmesi tartışmaları havanda su dövmekten öteye gitmeyecektir.