Fincancı katırlarını ürkütmeyeceğiz diye lâfı eğip bükmeyelim. Ronald Reagan‘la başveren, George W. Bush‘un başkanlığında azan neo-conservative hareket, menfur bir düşünce sistemi ve dünya görüşünün uygulamaya konulması hadisesidir. Baba-oğul Bush’lar, Dick Cheney, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, John Bolton, Elliott Abrams, Richard Perle, Paul Bremer vd. gibi mensuplarının kısmı azamı Yahudi olan isimler, neo-con çeteyle özdeşleşir. Akla 1991 Körfez Savaşını getirir. 2003 Irak Savaşını, Kaddafi’yi, Afganistan’ı, İŞİD’i, CIA’nın “geliştirilmiş sorgulama teknikleri”ni, daha nice melânetleri düşündürür. Ebu Greyb’i, Guantanamo’yı, Bagram’ı hatırlatır.“Neoconservative” tanımının sözlük anlamının “yeni muhafazakâr” olduğu malûm. Lâkin, meramı anlatmakta yetersiz, zira sözcüğünün bir de “dönek” telmihi vardır. Nereden dönmüşler diye soracaksınız: Amerika’nın “Stalin karşıtı sol” geleneğinden dönmüşler.İhtimaldir ki, ABD’de ciddiye alınacak sol olmadığını düşünmektesiniz. Öyle ise, yanılıyorsunuz. Amerikan sol geleneği, Lenin daha altı yaşında (1876) kısa pantolonlu bir çocukken kurulan Amerikan Emekçilerinin Partisiile başlar. Bir yıl kadar sonra Partinin adı değişir, Amerikan Sosyalist İşçi Partisi (SLP) olur. SLP, 1900li yılların ilk çeyreğinde işçiler kadar çiftçilerin, göçmenlerin ve reform yanlısı aydınların destekledikleri bir siyasi parti hüviyetindedir. ABD’nin Birinci Dünya Savaşına katılmasına şiddetle karşı çıkar. 1912 ve 1920 başkanlık seçimlerinde beklenenin çok üstünde oy alır.
Buraya bir mim koyasınız.Amerikan Sosyalist İşçi Partisini zaafa düşüren, 1917 Bolşevik Devrimi ve onu izleyen Komünist Enternasyonal (1919) karşısında alacağı tavrı belirleyememiş olmasıdır. Buna karşın, günümüzde dünyanın ayakta kalan en eski ikinci sosyalist partisidir. Amerikan Ulusal Güvenlik Teşkilatı (NSA) izin verdiği ölçüde yaşamaya ve işçi sendikalarını desteklemeye devam etmektedir.Bir de Amerikan Komünist Parti (ACP) var. ACP, Enternasyonalin toplandığı 1919 yılında kurulur. 1930-1945 yılları arasında ABD’nin en radikal siyasi hareketi olarak ülkenin gündemini belirlemekteyken, 1946-1960 yılları arasında giderek artan hızda kan kaybeder. Bunun nedenini de, Stalin zülmunun afişe olmasına ve Soğuk Savaşa bağlarlar. ACP de günümüzde tabela partisi hüviyetinde, ancak, bu partiden türeyen çok sayıda sol fraksiyon var. En önde geleni de “New Left”dedikleri harekettir.
“New Left”i, ‘60lı yılların yerleşik düzen karşıtı (“counterculture”) gençlik hareketlerinden hatırlarsınız. Anglo-Sakson dünyasında, yani ABD ve Birleşik Krallıkta başveren hareket, New York, Londra, San Francisco, derken, Batı dünyasının hemen her ülkesine yayıldıydı. ‘70lerde Amerikan düşünce dünyasına damgasını vuracak kadar palazlanmıştı. Çiçek çocukları, hippiler, cinsel özgürlükler, psikoaktif ilaçlara gösterilen rağbetle özdeşleşen kültürel fenomenin başını çekiyordu.Her ne kadar, adı “sol” idiyse de “New Left”, Stalin karşıtıydı. (Halâ da öyledir.) Sınıf çatışmasına dayanan Marksist öğretiyi benimsemediği gibi, AFL-CIO türünden işçi sendikalarıyla birlikte hareket etmeye de yanaşmadı. AFL-CIO ‘nun açılımı, Amerikan Emek Federasyonu-Endüstriyel Örgütler Kongresi. Bu ikili, ABD’deki en büyük işçi sendikaları federasyonudur.“New Left”, sendikalarla birlikte hareket etmedi ama Amerikan Komünist Partisi geleneğinde, ırk ayrımına karşı durdu. Kadın haklarını destekledi. Sosyal adalet yanlısıydı. Kürtajdan, cinsel tercihlere, evlilik dışı özgür sekse varıncaya kadar, çoğu günümüzde de kabul gören tüm özgürlükleri savunurdu.Başkan Kennedy’nin 1963’de öldürülmesinden, Başkan Nixon’un 1974’deki istifasına kadarki süreçte en hareketli dönemini yaşayan New Left, Martin Luter King’in başını çektiği Afrikalı Amerikalıların Özgürlük Hareketini en etkin bir biçimde destekledi. ABD’nin yayılmacı politikalarını her fırsatta protesto etti, Vietnam Savaşına karşı yaman bir duruş sergiledi. Bu bağlamda, ülkeye ilk göçmenleri çeken “American Dream”idealinin yeni bir varyantıydı, New Left.Sapına kadar bireysellik iştiyakı üzerine kurulan “Amerikan Rüyası”ndan nasıl bir “sol” devşirilebildiğini merak ediyor olmalısınız. Devşirilemedi, nitekim. ABD’de hiçbir dönemde kamu iktisadi teşebbüsleriyle, devlet bankalarıyla, DPT türü iktisadi planlamacı kurumlarıyla bizim anladığımız “sol” revaç bulmadı. Düşünün ki, demiryolları, barajlar dahil ülkenin hemen tüm altyapısının özel sektör tarafından kaynaklandığı, ve inşa edildiği, ve işletildiği bir ülkeden bahsediyoruz.Keza, günümüzde, özel savaş birliklerinden, cezaevlerine varıncaya kadar hemen her kamusal kurumun serbest girişimcilere emanet edildiği bir ülkeden bahsediyoruz. Hal buyken, Amerikan solu, en iyi ihtimalle liberalizm’inmuhtelif varyantlarından ibaret olurdu, nitekim öyle de oldu.Ancak, “liberalizm” sorunlu bir sözcüktür. Avrupalının “sosyalist” dediğine, Amerikalı “liberal” der. Amerikalının “komünist” dediği, işçi sendikalarını sermaye ile kapıştırmaya kalkışandır.Herbert Marcuse (1898 – 1979) adını anımsıyor olmalısınız. ’60 yılların en havalı düşünürüydü. ‘70lerde New Left’in teorisyeni ve “counterculture” hareketinin “guru”su olarak ünlendi.Hitler Almanyasından kaçarak (1934) ABD’ye sığınan bir Yahudi akademisyendi, Marcuse. Ömrünü “Marksist kuramı değişen tarihsel koşullarla uyumlu hale getirmeye” adamıştı. Temel çıkışı, insanlığın kurtuluşunu “işçi sınıfının değil, öğrenciler, etnik azınlıklar, kadınlar ve üçüncü dünya ülkeleri gibi marjinal toplulukların gerçekleştirecekleri” tezidir.Buna karşın, Marcuse, kendisini “özgürlükçü komünist” olarak tanımlamıştı. İdeal toplumun “özgür, güzel, aydınlık, cinsel içgüdülerin bastırılmadığı, herkesin yeteneğine göre özgürce çalıştığı, çalışmanın bir oyun haline getirildiği, devletin baskıcı görevine gerek duyulmayan bir toplum” olduğunu söylerdi ki, tasvir ettiği bu sessiz, sakin, püripak pastoral toplum, Eflâtun’un “Devlet”inde tasvir ettiği (İ.Ö.380) ideal cumhuriyeti çağrıştırır. Düşünün ki, o kitapta Eflâtun, özel mülkiyetin söz konusu olmadığı, eşlerin dahi paylaşıldığı “ilkel komünist” düzene revaç vermişti. Benzer bir ideal de, Thomas Moore’ın “Ütopya” adlı romanında (1516) da tasvir edilir. “Ütopya” herkesin herşeyin sahibi olduğu, ihtiyaçların ortak depolardan karşılandığı, tarımla geçinen büyük ailelerin hep birlikte yiyip içtikleri sanal bir ada olarak tahayyül edilmiştir.
Şimdi, bir, Marcuse’un 1964’de vazettiği ideal toplumu düşünün, bir de Birleşik Krallık’ın kamu iktisadi teşebbüslerini (KİTler) özelleştirmeye hazırlanan Margaret Thatcher’in ünlü 1974 demecini: mealen, “sahibi devlet olan bir şey kimseye ait değil demektir; kimseye ait olmayan birşeyi kimse umursamayacak demektir.” (Mealen, “When the state owns, nobody owns; and when nobody owns, nobody cares”)Kıssadan hisse, özel mülkiyeti ululayan iktisadi sistemler, eski Yunan’a ve uzantılarına ters düşerler. Gelişmiş Batı toplumlarının son elli yılda eşzamanlı muhatap oldukları bu iki dünya görüşü arasındaki sıkışmışlıklarına mim koyasınız.New Left’ in gurusu Herbert Marcuse, herşeye karşın iyimser bir düşünürdü. Tasvir ettiği “Mutlu Yeni Dünya”ya (“New World of Happiness“) kavuşmanın yolunun “teknolojinin insanlar üzerinde yarattığı her türlü baskıya direnmek”ten geçtiğini savunmaktaydı. Dahası, toplumsal ayaklanmaların sonuç vereceğine inancı tamdı. Bu nedenledir ki, hazretin desteklemediği gençlik hareketi kalmadı.Marcuse, sözünü ettiği teknolojik baskıyı, üretmek ve tüketmek zorunluluğu olarak tanımlamaktaydı. ABD gibi ileri sanayi toplumlarının son tahlilde yaşamsal gerekliliği olmayan “çerçöp” üretim ve tüketimini, zaruri ihtiyaçlarmışçasına dayattıklarını, insanları kendilerine bir nebze fayda sağlamayan ürünler üreteceğiz diye bunaltıcı işkollarında çalışmaya icbar ettiklerini, yetmezmiş gibi angaryanın neden olduğu bunalımlarını hafifletmek ve dolayısıyla dayanma sürelerini uzatmaya yönelik dinlendiriciortamları da onların iradeleri dışında ayarladığını söylüyordu.Sistemin çirkin yüzü, rekabet özgürlüğü gibi, özgür basın gibi sözde erdemlerin arkasında saklıydı. Aslında, ne önceden belirlenmiş birkaç pazar dışında, rekabet özgürlüğü diye bir şey vardı, ne de otosansürün kural olduğu basında özgürlükten söz edilebilirdi. Oysa, insanoğlu için aslolan, huzur içinde yaşamak, yani, baskıdan, yoksunluktan, gereksiz çalışmadan azade bir ömür sürebilmekti.