Şöyle söyleyelim: 1867, Sultan İkinci Abdülhamid’in sadrazamı Tunuslu Hayrettin Paşanın “Akvamü’l Mesâlik”i kaleme aldığı yıl. 1867 aynı zamanda dünyanın yüzde seksenine yakınının Avrupalı sömürgecilerin işgali altında oldukları yıl. Bundan daha da vahim olanı, sömürgecilerin işgal ettikleri topraklarda yaşayan “öteki”leri başka bir zaman ve mekânda yaşayan, insan türünden farklı yaratıklar olarak takdim etmek ve böylece sömürülenler ile kendi aralarına aşılmaz bir set çekmek gayretlerinin tavan yaptığı yıl. Meselâ, ünlü coğrafyacı Alman Hermann Schedel’in dünya haritasındaki “Avrupa sınırları dışında yaşayan mahlûkların” tasvirleri: altı kollu bir adam, insan kafalı at vücutlu bir yaratık, dört gözlü biri, çift cinsiyetli biri, vs. vs. Bu haritanın 1493 yılında çizilmiş olduğuna bakılırsa, İstanbul’u fetheden Türkler de bu yaratıklardan birisi.
Sadece biz mi? Hayır, Amerikan yerlileri de bu tür tanıtımdan nasiplerini alıyorlar. Onlar da yamyammışlar. Güney Amerika’da pişirilmekte olan insan bacaklarına bakın. Bu harita da ünlü Gerardus Mercator’un (1512–1594) ürünü. 1569’da çizmiş.
Haydi, diyelim bunlar üç – beş yüz yıl öncesinin hezeyanları. Peki, Tunuslu Hayrettin Paşa’nın akranı (1809-1882) Charles Robert Darwin’e ne demeli? Darwin, “Beyaz adamın üstünlüğü”nün utanmaz müdafii. “Evrim” kavramını işlediği “Türlerin Asılları…”(1) adlı eserinde kara derililerin ırkların en aşağılığı olduğunu, insandan çok maymuna yakın olduklarını söyler ki, bu iddia, zamanının(2) ırkçı eğilimlerini destekler mahiyettedir. Adam şöyle diyor: “Gelecekte, ki bu gelecek yüzyıllarla ifade edilecek kadar uzak bir gelecek değil, medeni insan ırkları hiç kuşkusuz dünyadaki vahşi ırklarının kökünü kurutacak(3) ve onların yerini alacaklar. Aynı zamanda insan biçiminde olan(4) maymunlar da… hiç kuşkusuz yokedilecekler. O zaman insanoğlu ile en yakın genetik akrabası arasındaki çatlak daha da büyüyecek, zira bu çatlak daha medeni bir devlette insanların arasına girecek, ve umulur ki, bir Beyaz’a kıyasla babun kadar aşağılık bir maymun neyse, günümüzde bir negro ya da bir Avustralyalı ve goril de o olacaktır.”(5)
Her ne kadar “beyaz-olmayan” ırkların “fıtrî düşkünlükleri”ni ortaya atan ilk adam değilse de, Darwin’in kişisel ırkçı saplantılarının bilimsel çalışmalarına yansımakla kalmayıp, yaşadığı dönemin ırkçı ve yobaz akımlarını ateşlediği söylenir. Günün “bilimsel ilerlemeleri”nin gerisinde kalmak istemeyen Avrupalılar, evrim teorisi ile birlikte ırkçı “bulgulara” mal bulmuş mağribi misali sarılmış, ırk farklılıkları üzerine bina ettikleri ayırımcılık, apartheid gibi uygulamalarının “bilimsel gerekçesi” yapmışlardır. “Eugenics” ya da “Öjenik,” insan ırkının genetik ıslahı bilimi. Darwin, insan ırkının genetik ıslahını açıkça savunurken, kendilerinin baş müdafileri “en üstün ırk, Aryan ırkıdır”(6) hezeyanının mucitlerinden, Nazi ideolojisinin babası olarak bilinen Ernst Haeckel efendidir. Karaderililerin insandan çok gorile benzedikleri edepsizliği şöyle dursun, şundan birkaç ay önce de şahit olduğumuz gibi, ırkların/göçmenlerin (Türkler) zekâ seviyeleri (IQ) arasında “Avrupalılar” lehine bir fark olduğu şeklindeki hezeyanlar da sona ermiş değildir.
Avrupa’da bu sapkınlık süredursun, bir de Çerkez asıllı sadrazam Tunuslu Hayrettin Paşanın (1825-1890) “Akvamü’l Mesâlik”in Mukaddime’sinde ifade ettiği dünya görüşüne bakalım: “…dünyayı birbirlerine mutlak ihtiyacı olan çeşitli milletlerin oluşturduğu tek bir birleşik ülke gibi kavramaktan çekinmeyiz. Kendi kişisel çıkarlarını kolladığı süreçler de dahil olmak üzere, herhangi bir ülkenin geçmiş deneyimlerinden sağladığı yararların evrensel niteliği, bu bilgileri insanlığın geri kalan bölümünün de elde etmeye çalışması için yeterli nedendir.”
“Ülkelerin Durumunu Öğrenmek İçin En Emin Yol,”(7) Ondokuzuncu yüzyıl Müslüman bir devlet adamının kaleminden çıkan pek az sayıdaki siyasi risalelerden birisi olmasına karşın, ülkemiz insanının dünya görüşüne ışık tutar. Evet, Türk imparatorluğu o şartlar altında bile, “…dünyayı birbirlerine mutlak ihtiyacı olan çeşitli milletlerin oluşturduğu tek bir birleşik ülke gibi kavramaktan çekinmeyiz” diyen bir sadrazama sahiptir. (Yeri gelmişken, benzer bir dünya görüşüne bir de Rusların ilk edebi eserleri kabul edilen 1116 cıvarında Kiev’de yazılmış ”Geçmiş Yılların Hikâyesi”nde(8) rastladım. İnsanlığı “halk ailelerinin birliği” olarak tanımlıyor, bireyin evrenselliğinden ve dünyanın karşılıklı sorumluluklar üzerine kurulduğundan bahsediyor.)
Bu makaleyi kaleme alırken aslında yapmak istediğim, özellikle de son aylarda gerek Türkiye içinde gerekse Türkiye dışında bir “öcü” olarak kullanılan “yükselen Türk milliyetçiliği” meselesini irdelemekti; Kraliçe Viktorya (1819-1901) İngilteresi’nden, Der Saadet’e turlamamın nedeni bu. Ancak, itiraf etmeliyim ki, daha “millet” sözcüğünün yarattığı aidiyet psikolojisini kestirmeye çalışırken ödüm koptu; zira, gördüm ki, günümüz dünyasında “millet” Frenk armutu misali bir sözcük olup, kim hangi niyetle isterse öyle istimal edebiliyor!
Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, “millet, bir dinden olanların topluluğudur” diyor; “milliyet”in karşılığını “ümmet” olarak veriyor: “Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl; maddi manevi birlik ve beraberlik rabıtaları bulunan topluluklardaki vasıf.” Bir de açıklayıcı cümle konmuş, “Milletimiz bir vücuttur; ruhu İslâmiyet; aklı Kur’an ve imandır.” Bu hesapça, yükselmesi şöyle dursun, ne “Türk,” ne “Kürt,” ne de “Arap” milliyetçiliği diye bir tanımlama olamaz. Ne ki, ateş olmayan yerde de duman tütmez, öyleyse, Batı’ya bakalım, diyorum. Hangi sözlüğü, hangi ansiklopediyi açsam “millet” kelimesinin karşılığı “nation.” İngilizce, Fransızca, Almanca’da hatta Rusça’da aynı kelime.
Şanssız bir günümde olmalıyım ki, karşılaştığım ilk “nation” tanımı pek ünlü bir çağdaş filozoftan(9) kitabından geliyor: “Nation/millet soyuna ilişkin bir kuruntuyu paylaşan, komşularına karşı nefret besleyen bir toplumdur. Bu nedenledir ki, bir nation/millet’teki bağlılığın temelinde kusurlu bellek (kuruntu) ve ötekine duyulan nefret yatar.” Biraz daha inceleyince, Profesör Margalit’in ailelerimiz, arkadaşlarımız, sevgililerimiz, komşularımız, kavmimiz ve nation/milletimizle geliştirdiğimiz sağlam ilişkilerin ortak belleğimizin ürünü olduğunu iddia ettiğini görüyorum. Ortak bellek, sağlam ve ahlâki ilişkiler geliştirirken, aynı biyolojik türden olmamızın dışında hemen hiçbir şey paylaşmadığımız yabancılarla ilişkilerimiz zayıf ve gayri-ahlâki oluyormuş. Yani? Yani, ortak bellek, insanoğlunu özgürleştirmekten çok sakatlayan, barışmacılıktan çok öç alma duygularını körükleyen bir olgu olabiliyor. Kıssadan hisse: türümüze reva görülen bir kötülük karşısında, saldırganların da insan olduklarını aklımızdan çıkarmamalıyız.
Margalit’in çözümlemesi bize uyar diye düşünüyorum ama öncülünde zorlanıyorum doğrusu: “öteki”nden kategorik olarak nefret eden/dışlayan bir Türk tanımadığım gibi, dört başı mamur ortak bir “soysop” doktrini de bilmiyorum. Bir ucu Manas, diğer ucu Hayber Kalesi destanı olan bir anılar manzumesi, ne kadar “ortak bir kuruntu” olabilir de, hangi öç alma duygusunu körükleyebilir? Ve kimden? Meğer, adamların “nation” dedikleri tanımlamayı icat eden İtalya’daki Cremona şehrinin Piskoposu Liutprand isimli Katolik. 968 yılında Batı Roma İmparatoru I.Otto’nun emriyle Bizans yani Doğu Roma İmparatoruna sert çıkıyor: “Senin imparatorluğuna ait olduğunu söylediğin toprak, halkın ‘nationality’ ve lisanının da kanıtladığı gibi, İtalyan krallığına aittir.”
Aynı “yurt”tan olanlara “yurttaş” diyoruz da, aynı “nation”dan olanları tanımlayacak bir sözcüğümüz bile yok! “Millettaş” mı demek lâzım? Piskoposun önerisi doğrultusunda dilden yola çıksak, “nation”un karşılığını “millet” kabul etsek, “nationality”yi “milliyet” yapsak, bu defa da “milliyetçilik”in karşılığı “ümmetçilik” olacak ki, bu bizim Öcü’nün karşılığı olamaz. Peki, öyleyse neden bahsediyoruz? Besbelli, Batı’nın “nationalism” dediği ruh halinden! “Nationalism” eşittir, “ümmetçilik” öyle mi? Fesuphanallah çekip devam: Batı’daki en yaygın tanımıyla “milliyetçilik,” toplumsal yaşamın temel biriminin “millet,” “etnisite” ya da “milli kimlik” olduğunu savunan, ve bu inanç doğrultusunda bir devletin meşru sayılabilmesi için “milli” olması gerektiğini ileri süren bir ideoloji.
“Etnisite” kelimesi daha da dertli; Redhouse’un önerdiği “ırksallık” sözcüğü de Darwin-vari ses verdiği için olacak, tutmuyor. “Irksal Türkler” ya da “ırksal Kürtler” gibi sıfat tamlamaları, bize olsa olsa “anlamadım?” dedirtir. Bu saatten sonra kimin hangi “etnisite”den olduğunu saptamak için kan örnekleri, DNA yapılanmaları gibi ucu hangi habasete gideceği belirsiz unsurlardan medet umulamayacağına göre, yukardaki kabul edilmiş Batılı “milliyetçilik” tanımından anlam çıkarmak için elimizde kala kala “milli kimlik” kalıyor. Milli kimlik, davranış biçimlerinde, olayları kavrama ve tepkilerde benzerlikler, bireylerin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını içeriyor. Ve herşeyden önce, “ortak soyağacı ve/veya ortak soyağacının benimsenmesi” anlamına geliyor, milli kimlik. Bu bağlamda, bireyleri bütünleştirdiği gibi ayırabiliyormuş da. Bazen lehçe farklılıkları bile farklı milli kimliklere yorulabildiği gibi; bazen de uzak coğrafyalarda, hatta farklı dönemlerde yaşamış toplumlar kendilerini aynı milletin insanları sayabiliyorlar. Bu bağlamda, beş yüz yıl önce yapılmış bir muharebenin askerleri “bizim askerlerimiz” olarak algılanabiliyor. Yani? Yani, Margalit’i pek yabana atmamak lâzım, “milli kimlik” için bir “ortak bellek” geliştirmek şart; hem ortak bellek geliştirilecek, hem de bu bellek öç alma duygularını körükleyen bir olgu olacak!
Bu defa da Ernest Renan devreye giriyor. 1910’larda Osmanlı İmparatorluğu’na ilişkin düşmanca tutumuyla ünlenen Fransız Renan’ın kelimeleriyle: “Bir devleti kurtaran kuvvet manevi bir uyanıştır. Bu milli ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle bir şey yoktur. Türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır.”
“Romantik”in bizim belleğimizdeki yaygın karşılığı, temelsiz, hayalperest kurgulara yatkın; uygulaması olanaksız, hatta Don Kişot tadında uçukluklara teşne birisidir. Oysa, Renan’ın “romantik”ten kastı, Onsekizinci yüzyılın sonlarında Avrupa’da başveren sanat ve düşünce akımı. Avrupa Aydınlanması’nın resmi akılcığını, mekanik, yapay, aşırı kuralcı buldukları için reddeden, insanoğlunun sınırsız hayal gücü ve azminin aklın kurguladığı düzenin şablonlarını altüst edebileceğine inanan Romantik Avrupalılar da var. “Romantik Hareket” ya da “Romantik Diriliş” dedikleri anti-Aydınlanmacı akımın ilk ve reddedilemeyecek biçimde şekillendiği ülkenin Almanya olması da bir garip, ama öyle.
“Romantik” akımın bir ürünü de “organik milliyetçilik” denilen kavram. Organik milliyetçilik, halkın gücünü kök saldığı topraktan alıyor olması düşüncesi ki, bunun olağanüstü büyük bir manevi güç olduğunu savunuyorlar. Tüm insanlığın tek ve aynı kaynaktan geldiğini vurgulayan Kutsal Kitaplar’a karşın, belirgin bir insan topluluğu ile belirgin bir toprak parçası arasında bağlantı kuruyor, bunu da “otoktonus efsaneler” aracılığı ile yapıyorlar. Nitekim, 1790’ların başında Almanya’da kadim Germen inanç ve efsanelerine duyulan ilginin elle tutulur biçimde arttığı gözleniyor.
Otoktonus sözcüğü “otokton”dan geliyor. Meğer, Eski Yunan’da, Atina sakinleri yaşadıkları toprakların asıl sahiplerinin “otokton” dedikleri yarı-insan yarı-yılan varlıklar olduklarını söyler, kendilerinin bu mitolojik yaratıklardan türediklerine inanırlarmış. Atina’nın ilk kralı olan Kekrops’un, meselâ, böyle yarı-yılan, yarı-insan bir mahlûk olduğu rivayet ediliyor. Bize yakın bir başka coğrafyada, Mısır’da, Teb şehrinde yaşayanlar da Kadmuz adlı bir yiğidin toprağa ektiği bir canavar dişinden ürediklerinden eminmişler. Roma’nın kurucusu ve ilk kralı Romulus ve ikizi Romus’u ölmek üzere atıldıkları Tiber nehrinden kurtarıp, emziren bir dişi kurt. Moğolların “mavi,” bizim “boz” kurtumuz da aynı fasıldan. İnsanoğlunun böylesi efsaneler geliştirmesinin nedeninin kendisini toprakla özdeşleştirmek ihtiyacı olduğu söyleniyor. Otoktonus efsanelerin toplumun ortak belleğinin oluşmasına, ulusal kimliğinin şekillenmesine, dayanışmasına yardımcı olduğu iddia ediliyor. Vatan toprağının yaşayan bir varlık olarak algılanması, insanoğlunun köklerini emanet ettiği toprağı gözetmesini, yüceltmesi hatta türlü efsanelerle zenginleştirip, biricik kılmasını sağlarmış. Böylece, deniyor, “vatan” kavramı aynı anda özlem ve adanmışlık duyguları uyandıran, “anavatan” – ya da bazı dillerde kullanıldığı gibi “babavatan” – korunaklı, sevecen, güvenlikli bir sılayı, ana kucağını çağrıştıran bir sılayı ifade ediyor ve halkların “aslî” vatanları olarak belledikleri, dilerseniz belletildikleri, belirli toprak parçalarını savunmalarına meşruiyet kazandırıyor. Efsanelerin yaratıcı özellikleri bir yana, geçmişin böylesi duygular yaratacak şekilde konumlanması yüzyıllar alıyor ve hemen her zaman tarih öncesi, muammalı kaynaklar devrede oluyorlar.
İsrail’in “organik milliyetçilik”in en iyi örneklerinden birisi olduğu tezi de var. Yahudiler, Filistin’in kavimlerine “vadedilmiş topraklar” olduğu şeklindeki otoktonus efsanenin üzerinde, iki bin yıl sonra devlet kurmayı başarıyorlar.
Kurtlar, yılanlar, pınarlarından bal fışkıran topraklar ya da herneyse, tabiat ile insanoğlu arasında gizemli bir bağlantı kuran efsaneler, Avrupa Aydınlanmasıyla birlikte uzunca bir süre güç kaybediyor; anti-Aydınlanmacı akımla birlikte yeniden diriliyorlar. Modern “milliyetçilik” akımları bahsedegeldiğimiz türden kadim bağlantılara önem vermekle birlikte, modern Batı’nın doğaya bakışı Aydınlanma-sonrasının teknolojik dünya görüşü doğrultusunda, akılcı/rasyonel kıstaslara göre düzenleniyor. Akılcı/rasyonel toplumlar, vatan toprağı kavramını efsanelerden sıyırıp, insana hizmet etmekle yükümlü bir üretim girdisi, bir kaynak olarak görüyorlar. Vatan, anavatan gibi kavramların içeriklerinin boşalması bu sebepten. Vatan hasreti, sıla hasreti gibi duyguların yadırganır olması da bu sebepten. “İnsanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir” şeklindeki söylem, “dünya vatandaşlığı” söylemi bu gelişmenin sonuçlarıdır.
Peki, bu gelişme, insanoğlunun hayrına bir gelişme midir? Hayır, değildir, diyenler, insanoğlunun doğduğu toprakla, anavatanı ile duygusal bağını koparmasını, anavatanına “ekonomik refah penceresinden bakma eğilimine girmiş” olmasını “bilim ve teknolojinin zaferi” olarak görüyorlar; ancak bu bir “Pyrrhus” yani galibin aslında mağlup olduğu bir zaferdir. Çünkü, bu zaferin bir sonucu da “toprağa ve doğaya iğfal ölçülerine varan saldırı”dır ki, sonucunda ozon tabakasında açılan deliğin büyümesi, gezegenin kaynaklarının kurutulması, dünyanın yaşanamayacak bir taşlı tarlaya dönüşmesi tehlikesini getirir. Günümüzde milyonlarca insanın doğaya efsanevi/mistik nitelikler yükleyen pagan kültlere merak salmalarının altında yatanın da “teknolojinin dünyayı yaşanamayacak bir yer hale getirmesi korkusu” olduğu söyleniyor.
Bize gelince…
Dünyanın en tamah edilen toprak parçalarından birisini, Anadolu’yu, mesken edilmiş bir halk olduğumuz kuşkusuz. Ancak, “Türk milliyetçiliğinin yükselmesi” şöyle dursun, “vatan aşkı” denilen duyguyu canlı tutmaya özen gösterip, göstermediğimiz tartışmalıdır kanısındayım. Verimli topraklarımıza, sahil şeridimize diktiğimiz binalara, beton yığınlarına bakacak olursak, Anadolu topraklarına ilişkin aşkımızın yerini faydacı bir yaklaşıma bıraktığı açıkmış gibi duruyor. Öte yandan, Aydınlanma’nın tezgâhından geçmiş akılcı/rasyonel toplumlar gibi, toprağı ve doğayı denetim altına alacak teknolojinin hayranı da değiliz. Türkleri bu topraklarda bir misafir gibi yaşıyor olmakla, göçebelik duygusunu üstümüzden atamamış olmakla itham edenler, sanırım biraz da bunu söylüyorlar.
Oysa, asıl topraklarından göçmek zorunda kalkmış tek ulus biz değiliz. Göçmek zorunda kalkmış tek ulus biz değiliz ama otoktonus efsanelerine sırt çeviren bir ulus olduğumuz doğrudur. Nitekim ve belki de “Batılılaşmak” kaygımızın sonucu olarak, bugün “mitoloji” dendiğinde aklımıza Yunan tanrıları/tanrıçaları divanının serüvenlerinden başka birşey gelmez. En gayretli “Türkücümüz” bile, Akene’yi (ki, eski Türk mitolojisinde “yaradılışı gerçekleştiren” Beyaz Kaz figürüdür) örneğin bir Abant gölünün üstünde uçarken hayal edip, bu topraklarla özdeşleştiremez. Hal böyle olunca Anadolu’ya adanmamızı teşvik edecek, Batının “romantik” ya da “organik” milliyetçiliğini geliştirmekte başarılı olamadığımızı kabul etmek zorundayız.
Bir ülke ki, “dünyayı birbirlerine mutlak ihtiyacı olan çeşitli milletlerin oluşturduğu tek bir birleşik ülke gibi kavramaktan” çekinmez, o ülkede “nasyonalism” ithal bir ideolojidir. Nitekim, bakir Anadolu topraklarına Batı’dan ve yüz yıl rötarla girdi. Yeni fikirlere aç münevverler topraklarına seller gibi boşalan düşünce akımlarını sünger gibi emdiler ama bu emiş, eşzamanlı olmadığı gibi, yorumlama biçimleri de farklılaştı. Ortaya Batıcılık, İslâmcılık, Türkçülük, insancılık (humanism), evrenselcilik (solculuk) gibi gruplaşmalar çıktı. Bunların arasından Batı tipi romantik milliyetçiğe en yakın olanı “Türkçülük”ün memnu meyva sayılması, İkinci Dünya Savaşından sonradır. “Nasyonalizm”in Avrupa toplumlarında yüklendiği saldırganlık, sertlik, otorite, bağnazlık vb. nitelikler, beşere “Allah’ın kulları” olarak bakan insanımıza yadırgatıcı gelmiş, “Türkçülük” kavramına teyakkuzla yaklaşmaya sevketmişken, Batılılaştırmacı entelijensiyamızın nezdinde hemen her zaman kilise-kıral-ordu-bilimsel ırkçılık-merkantalizm gibi Avrupa tarihine ilişkin oluşumlarla birlikte düşünülür, emperyalizmle özdeşleştirilir olmuştur. Oysa bizde Avrupa’nın Aydınlanma sonrası “milliyetçilik”i şöyle dursun, Türk unsuru Osmanlı İmparatorluğu içinde bile etrak “etrak bi-idrak” yani akılsız, idraksız Türkler aşağılamasına maruz kalmıştır ki, (bakınız, Hüsnü Merdanoğlu beyin makalesi) İmparatorluğun kurucuları onlardır.
Bu açıdan bakıldığında, gerek Türkiye içinde, gerekse Türkiye dışında bir öcü olarak kullanılan “Türk milliyetçiliği”nin entelektüel bir kurgu olmaktan öteye gitmediği teslim etmek gerekir. Batı ülkelerinde en az demokrasi kadar meşru bir ideoloji olarak ortaya çıkabilen “milliyetçilik” bizde derlitoplu bir siyasi güç bile olamamış olup; Türkiye’nin en dağınık, en şekilsiz siyasi kanadı, milliyetçi kanat olmaya devam etmektedir. Türk milli bilincinin çarpıcı zayıflığının, IMF’den, AB’ye, NATO’dan Kıbrıs’a, Irak’tan, PKK’ya kadar Avro-Amerikan menşeli her senaryoda figüranlıktan öteye rol kapamayışımızın tastikinde olduğunu düşünüyorum. ‘90lı yıllarda “Türk milliyetçiliği” ideolojik hüviyetini bile neredeyse kaybetmişti. Batı hayranlığından değil, hayır; Batı değerlerine hiçbir itirazları olmayan en liberal, en “demokratik” çevreler bile Türkiye’nin maruz kaldığı haksızlıklara tepkiliydiler. Bu bağlamda, milliyetçi olmayanımız yoktu. Ama “pür milliyetçilik” ki Türkiye’de zaten hiçbir zaman yaygın bir inanç olmamıştı, pür milliyetçilik yobazlık olarak görüldü. Saldırgan milliyetçilik anlamında küçük bir aydın grubun dışında nasyonalist düşünce revaç bulmadı. Bugün bile kelimeyi telaffuz edebilen Türk siyasetçilerinin sayısı sınırlıdır. Türkiye dünyada demokratik olsun olmasın, milliyetçilerin taban bulamadıkları az sayıdaki ülkelerden birisi olarak, ülkenin kırmızı çizgilerinin kaybolmaya yüz tuttuğu bir ortamda halkına en gerçekçi alternatifi sunmuş, muhalefeti en üst düzeye taşımış bile olsa iktidara gelemeyecektir. “Milliyetçi” olarak bilinenlere giden oylar, halkın bir dış güce karşı şekillendirilmiş milliyetçiliğine değil, yozlaşmaya, çapulcu kapitalizme tepkisine işaret eder. Kıbrıs’ta olan bitene duyulan tepki de geleneksel anlamda milliyetçi tepki değildi. Batılı gözlemcilerin zannettikleri gibi, milliyetçi, Türkçü ya da köktenci Müslümanların eserleri de değildi. Türkiye’de öfke uyandıran, uluslararası hukukun tek taraflı yorumu ve Batı’nın nalıncı keseri olarak algılanan tutumuydu.
Öte yandan, meğer ki, altından kalkamayacağı bir yenilgi ile karşılaşmış olsun, bir ulusun bağımsızlığından kendi isteği ile vazgeçmesi düşünülemez bir şeydir sanırız. Uluslar, kendilerini feda etmezler, uluslar bile isteye yıkıma boyun eğmezler, intihar da etmezler sanırız. Ulus-devletler, tartışmasız ve amaca dönük irade sahibidirler, şiddet tekelini toplumlarının saklı onayı ile ellerinde tutar; topraklarına, ekonomik kaynaklarına sahip çıkar, milliyetçi ideoloji aracılığı ile halklarına bütünlük duygusu verirler sanırız. Sanırız. ‘70li yıllarda Türkiye’de yaşayanlar, Türk devletinin topraklarında güç kullanma tekelini sadece örgütlü, örgütsüz gruplara değil, kendi ideolojileri doğrultusunda cepheleşen kolluk kuvvetlerine, sivil toplum örgütlerine, hatta adli mercilere teslim etmiş olduğunu hatırlayacaklardır. Baro’nun dahi solcu-sağcı olarak bölündüğünü unutmayalım. Tek sesli, anlaşılır dış politika üretmek şöyle dursun, devletin toprak bütünlüğünü koruma yeteneğinin bile sorgulandığı bir dönem yaşandı.
’80 sonrası dünyası ise hem çoğulcu, hem de çok-katmanlı(10) bir dünya; günümüz dünyasında karar mercilerindeki seçkinlerin çıkarları da, sadakatları da çatışmakta. Yönetici bürokrasiyle feodal yapılanma çatışıyor. Yerli çıkar gruplarıyla, yabancı lobiler hem çatışıyor, hem de baskı kuruyorlar. Ulusötesi şirketlerin, küresel ekonomik aktörlerin faaliyetleri var, özel sermayenin uluslarası akışı var, uluslararası suç örgütlerinin, özel istihbarat birimlerinin faaliyetleri var. IMF, AB, G-7, NATO gibi kuruluşların, hatta soSTÖ’lerin(11) ulusal ekonomipolitikte söz sahibi olduğu bir devlette milliyetçilikten sözedilebilir mi?
Uluslararası alanın yapı taşları ulusal devletler değil artık. Hemen herkes gibi, Türkiye de özel çıkarların yarattığı merkez-kaç hareketi ile bu kuruluşların dışardan yönlendirdikleri baskının arasına sıkıştı. Türk devleti, sadece uluslararası arenada da değil, kendi topraklarında da “aktörlerden birisi” konumuna indirgenmek isteniyor. Üstelik başrol oyuncusu olarak da değil, figüran olarak. Karar mercileri, uluslararası, uluslarüstü, bürokratik, şirketsel, yerel katmanlara dağıldı. Orta Çağ’daki evrensel siyasi düzenin yeni bir çeşitlemesinin gündemde olduğunu idrak etmek zorundayız.
Ancak, tarihin sonu gelmedi, hayır. Önümüzdeki on yıllarda yeni bir milliyetçilik, dilerseniz, “neo-nationalism”in doğacağını söylemek bir kehanet olmasa gerek. Bu yeni “milliyetçilik” hem küresel düzenden, hem de ulusal devletlerle özdeşleştirilen saldırganlık, sertlik, otorite, bağnazlık vb. niteliklerden kurtulmayı şiar edinecek; modernitenin çeşitli unsurlarına karşı bir protesto olarak ortaya çıkacak ve mutlak yerel güç(12) talep edecektir. Doğu Avrupa’da, iktidara geldikten sonra “demokratik” yüzlerini bir yana bırakan “ulusal bağımsızlık” hareketlerini düşünelim. Bu hareketlerin hemen hepsi “protesto” olarak nitelendirilmektedirler. Neye karşı “protesto”? “İnsan”ı dışlayan resmi kültüre, sekülerizme, rasyonel düşünceye, modernleşme ve küreselleşme ile özdeşleştirilen liberal ideolojiye karşı.
Fransa’daki Milli Cephe, İtalya’daki Kuzey Birliği, Avusturya’daki Özgürlük Partisi, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması karşıtları, yukarda saydığım kurumları “hayatın daha derin anlamlarını yokeden” ya da yoksayan gelişmeler olarak görüyorlar. Sovyetler Birliği’nin, Yugoslavya’nın, Çekoslovakya’nın bölünmesinde çiçeğe duran bu duyguların belirleyici rollerini idrak etmek durumundayız. Bu duygulardır ki, Latviya’da, Estonya’da, Romanya, Hırvatistan ve diğerlerinde, etnik azınlıkların siyasi ve medeni haklarını suistimal ediyor olmalarını meşrulaştırmıştır.
Evet, “etnik azınlıkların siyasi ve medeni haklarını suistimal etmeleri” diye bir olgu var ki, bu da aşiretçiğin yeni bir çeşitlemesine geri dönüştür.
Ulusal kimlik nerede başlar, siyasi bir ideoloji olan milliyetçilik nerede biter? Aralarındaki çizgi öyle muğlak ki, ister ırkçılık, ister careta careta kaplumbağlarının da yaşama hakkı olarak yorumlayabilirsiniz. Sanatçılar, filozoflar, ulusal bilinci milli bir lider tarafından öpülerek uyandırılması gereken uyuyan güzel olarak görürler. İlhamını Herder’in(13) tarihselciliğinden alan bir ekole göre, millet ile devleti ayırmak gerekir. Bunlar milletlerin belirgin kültürleri olduğunu ama ulus devletlerin kültürel kişiliklerinin zayıf olabileceğini savunurlar. SSCB’nin cumhuriyetlerini, Avrupalıların eski kolonilerden oluşan üçüncü dünya ülkelerini düşününce, millet devlet birlikteliğinden bahsetmek mümkün değil gibidir. Irak’ın halini düşününce “İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmaya geldi” diyen Massimo d’Azeglio’yu (14) saygı ile anmadan edemiyorum. Massiomo abartmış olabilir ancak etnokültürel toplum ile devlet arasında bir fark olduğu, tarihin tastikindedir.
Yahudiler, İsrail’in yaratılışından; Türkler, Türkiye Cumhuriyetinden çok önce de vardılar.
Ne ki, seçkinlerin başlatıp, idame ettirdikleri milliyetçilik, devlet-inşasının ideolojisi olmaktan çoktan çıktı. Milliyetçilik yönetenlerle-yönetilenler arasında yeknesak, akışkan, birbirlerinin yerine ikame edilebilen bireylerden oluşan toplumlar kurmak üzere yapılan yazısız bir mutabakat olmaktan da çıktı. İdeolojinin kışkırttığı “milliyetçilik,” apayrı biçimlerde karşımıza çıkabiliyor; birbiriyle çelişen pek çok amaca yönelebiliyor. Savaşçı imparatorların işgallerini meşrulaştırmakta da kullanılabilir, savaşçı imparatorların işgallerine karşı durmakta da, azınlıkların kendi kaderini tayin edecek savaşlarını meşrulaştırmak için de. Özgürlüklerin kısıtlanması için de, özgürlük arayışları için de meşru zemin oluşturabilir. Ne anlama geldiğini ya da gelmesi gerektiğini, ancak somut bir tarihi çerçeve içinde söyleyebiliyoruz. Diğer bir deyişle “milliyetçilik” diye bir şey yok ancak milliyetçiliğin çok sayıda tezahürleri var. Hal böyle olunca, milliyetçilik belirli bir amaç için bilinçli bir şekilde yaratılan “siyasi bir sanat eseri” olmaktan ileri gitmiyor. Bir ulusa sahip olmak, insanoğlunun fıtri bir niteliği de değil. İnsanoğlunun ortak inançları, dayanışması sonucu ortaya çıkıyor.
Milliyetçilik, yoksullara itibar ediyorsa eşitlikçi ve dolayısıyla demokratiktir. Barış zamanı toplumunun geleneksel hiyerarşilerini tersyüz eden “eşitlikçi milliyetçilik,” yurtsever savaşlarda güçlenir; Halide Edip Adıvar’ın “Ateşten Gömlek”indeki ulusal duygulara benzer. Bizim “Öcü” olsa olsa böyle bir öcüdür.
Muradımız hayatta kalmak, tarihin derinliklerine gömülüp kalmamak, Aztekler, İyonyalılar, Hititliler, Finikeliler… adları unutulmuş, kabirleri dağılmış nice diğer kavimler gibi, bir efsaneye, bir masal kavme dönüşmemek ise; bir toplumun, bir ulusun olmazsa olmaz işlevi, diriliğini muhafaza etmek, zamanın ruhunu doğru okumak, lehimize aleyhimize gelişen olayları hızlı tanımak, yeri geldiğinde yüreklendirmek, yeri geldiğinde önlem almakla mükellefiz. Hepsinden öte “biz” diye bir kavram olduğunu asla unutmamak, geçici, moda akımlara kapılıp, dağılmaya, atomizasyona izin vermemekle mükellefiz.
“Bir ulusun varlığı, hergün tekrarlanan bir plebisittir,” demiş, Ernest Renan. Ne kadar haklı!
(1) Tam ismi: “The Origin of Species by Means of Natural Selection, or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life”
(2) Kraliçe Victoria dönemi
(3) “exterminate”
(4)”anthropomorphous”
(5)http://www.literature.org/authors/darwin-charles/the-descent-of-man/chapter-06.html
(6)”master race”
(7)“Akvam’ül Mesâlik fi Marifat Ahval el-Memalik,” Da Yayıncılık 2004
(8) “Povest Vremennykh Let”
(9) Avishai Margalit’in The Ethics of Memory (2002)
(10) poliarşik
(11) “sivil olmayan Sivil Toplum Örgütleri,” nNGO’lar, “non-Nongovernmental Organizations”
(12) “otarki”
(13) Johann Gottfried von Herder, 1744 –1803 Alman şair, eleştirmen, ilâhiyatçı ve felsefecisi; Romantik hareketin kurucularından; Romantik akımın ünlülerinden Goethe’yi etkilediği bilinir
(14) Massimo Taparelli d’Azeglio, 1798-1866, İtalyan, ressam, yazar ve politikacısı