Batı zihniyetini şekillendiren, parametrelerini, doğru-yanlış cetvellerini tanzim eden, eski Yunan. Demokritos’un kainatı atomlar ve boşluktan ibaret. Eflatun’un dünyası keskin üçgenlerle dolu. Aristo’nun mantığı, siyah-beyaz kurallarla. Aristo’yu izleyen kuşaklar, aklı ve Kainatı onun mantığı ve bilimsel eğilimleri doğrultusunda algılamaya devam ediyorlar. Çağdaş bilim, matematik, mantık ve kültür, dünyanın siyah-beyaz olduğu ve bu niteliğinin sabit olduğu esası üzerine kurulu. Ağzımızdan çıkan her hüküm ya doğru ya da yanlış. Her yasa, her yönetmelik, her kural kesin. Dijital bilgisayarın 0-1 ikili sistemi , siyah-beyaz dünya anlayışının zaferi gibi. Bir şey ya öyledir, ya da değildir. Ya A, ya da A değil. Gökyüzü ya mavidir ya da mavi değildir. Hem mavi hem de mavi değil olamaz. “Doğru düşünme” sanatı ikibin yıldır Hazreti’ten soruluyor.
İyi de, sahici dünya Aristo’nun tanımladığı gibi değil/ Bir kere, hiçbir şey sabit değil, her şey her an değişiyor. İkincisi, dünya siyah-beyaz değil, gri. Kırçıl. Kesin olan hiçbir şey yok. Dünyanın atmosferini molekül molekül tanımlayabilseniz bile, atmosferi yeryüzünden ayıran kesin çizgiyi bulamıyorsunuz.
Aynı şekilde, Arz’ın, Mars’ın ya da Ay’ın en ayrıntılı haritaları bile ovaların nerede bitip dağların nerede başladığını söyleyemiyor. İşaret parmağımızı oluşturan moleküllerin hangilerinin bedenimize ait olduğunu, hangilerinin hava yüzdüğünü saptayamıyoruz. Tıptaki onca gelişmeye rağmen, ölü ile diri arasındaki çizgi kesin olarak çizilemiyor. Hadi, bu sahici dünya, sahici dünyada işlevsel olabilmek için olguları yuvarlamak gerekiyor, diyelim, fazla ince okuyup sık dokursak tıkanır kalırız. İyi de, matematik bile kesin değil!
Modern matematiğin temelinde “Giritli Yalancının İkilemi”nin yattığını farkeden, Bernard Russell. Bu ikilem de şöyle bir şey: Giritli bir yalancı, bütün Giritlilerin yalancı olduklarını söylediğinde, eğer yalan söylemişse, yalan söylememiş, eğer yalan söylememişse, yalan söylemiş oluyor. Matematikçiler olsun, filozoflar olsun, hem yalan hem de doğru durumunu, bu kırçıl durumu, sineye çekmekten başka bir şey yapamıyorlar.
Neticeyi kelam, matematiğin dünyası tanımlamak için yola çıktığı sahici dünyaya uymuyor. Matematiğin dünyası yapay, diğeri gerçek. Matematik temiz, tertipli. Sahici dünya saçaklı. Saçaklı dünyaya, kesin tanım olmuyor.
Bart Kosko, “dünyanın kırçıl, bilimin siyah-beyaz” olduğu bu duruma, “uyumsuzluk problemi” diyor. “Dilimiz 0-1 ama gerçek bunların arasında bir yerde. Bilimsel bir veriyi veya iddiayı veya olguyu asla %100 kanıtlayamayız.” Bu bağlamda, fizik kanunları, “kanun” filân değil. En azından matematiğin iki artı iki eşittir dördü gibi kanunlar değil. Bunun böyle olduğunu fizikçiler de biliyorlar ama matematiğin peşinden gitmeye devam ediyorlar. “Bunca yıl sonra ve onca eğitime rağmen daha hala sorgu sual etmeden Aristo’dan emir alıyorlar!”
Neden mi böyle yapıyorlar? Birincisi, tembelliklerinden. İkincisi, alışkanlıktan. Son 2000 yıldır, matematiği de dünyayı da Aristo’nun siyah-beyaz mantığı ile açıklıyageldiler. Kültürleri, edebiyatları, siyasetlleri “mantık ve bilimden uzaklaşmak, Doğu mistisizminin ‘mantıksız saçmalıklarına’ kapılmak demektir” esası üzerine kuruldu. Doğulu düşünce biçimi, karışık kafalar demek. Yanlış ölçümler, kötü tasarımlar, özensiz gözlemler, bilgisayara yüklenemesi imkânsız veriler demek. Hele bir deneyin, kendinizi anında laboratuarın önünde bulursunuz.Ne ki, sahici dünyada “mantıklı düşünce” diye birşey varsa, “o” mantık en iyi ihtimalle fuzzy, saçaklı mantık. Saçaklı mantığın tek bir kuralı var, akla yakınlık. Bir şey akla yakınsa doğrudur. Saçaklı mantık, Batılı mantığın bittiği yerde başlıyor. İlerki yazılarda göreceğimiz gibi, “akıllı bilgisayarlar” ancak ve ancak fuzzy ile mümkün. Kasparov’u geçenlerde yenen “Deep Blue” bilgisayarı henüz akıllanmış değil, sadece hızlı.