Medyayı kontrol eden finans çevreleri! Aman kıssadan hisse!
Tarihin en büyük bir dramına tanıklık eden Kuzey komşumuz, Rusya Federasyonu, dünyanın en büyük kara parçasında on bir boylamın en karanlık karanlığının, en soğuk soğuğunun, en geniş genişliğinin, en yüksek yüksekliğinin yaşandığı ülke. Avrasya’nın korunmasız iç steplerinden, Kuzey 60. paralele doğru balta girmemiş karanlık ormanlara, “tayga” dedikleri bodur çamların, köknarların serpiştirildiği ıssıza açılan, eksi elli derecenin şaşırtmadığı, güneşin bir battı mı, bir daha doğmadığı toprakların ülkesi. Cengiz Han’dan, Lenin’e, Şeyh Şamil’den, Çariçe Katerina’ya kadar tarihe şekil veren sayısız ismi az ya da çok ama mutlaka paylaştığımız, masallarımızdaki Kaf dağından, sofralarımızdaki “mantı”ya kadar yaşamın pek çok lezzetine ortak olduğumuz ama pek az tanıdığımız sıcakkanlı, konuk-sever, çok iyi eğitimli insanların ülkesi.
1980li yılların başlarında dünya toplamının yüzde yirmisini oluşturduğu hesaplanan üç milyon dört yüz bin uluslararası nitelikte bilim adamıyla mağrur bir “yüksek-teknoloji imparatorluğu.” Ve sonra, Gorbaçev’le başlayan, Boris Yeltsin rejimi ile süren, sonuçları Rusların ezici çoğunluğu için facia niteliğinde olan “reformlar.” IMF’ye teslim edilen, sanayisinin yüzde altmışını kaybeden Rusya. Yüzde bin üç yüz elliye (%1350) fırlayan enflasyon, açlıktan ölenlerin günlük ortalamalarının üç rakamlı sayılara yükseldiği Rusya.
Meşruiyetini ve güvenilir tabanını kaybetmiş, aşırı derecede yıpranmış, sadece halkının desteğinden değil, bürokrasisini dolduracak güvenilir insan kaynağından da yoksun bir devlet gücü… Entelektüel bir boşluk içinde, temsil ettiklerinin ihtiyaçlarını dillendirmekten aciz, bir o kadar zayıf ve dezorganize muhalefet…
IMF’nin “şok tedavisi” ve “özelleştirme” ile yaratılan, ülke çıkarlarını hiçe sayan “Yeni Ruslar” diye birileri… Medya’yı kontrol eden finansman çevreleriyle Kremlin arasındaki “enformasyon savaşları” arasında şaşkın, bölünmüş bir halk… Kendi hükümetleri ile yabancı bir güçmüşcesine pazarlık eden ekonomi seçkinleri…
Rusya’nın bir “haydut devlet” haline geldiğini söyleyen bir Duma sözcüsü, Gennadi Seleznev. “Hamasi belâgat, ekonomik maceracılık ve geniş çaplı hırsızlık Rus gerçekliğinin uzun vadeli değişmezleri olacaktır” diyen bir “reformcu,” Yegor Gaidar.
Bilim adamlarının üçte ikisi kaybeden, dünya yakın tarihinde, yıllarca sürdürdüğü kalkınmanın meyvelerini çürümeye terkeden, ‘Üçüncü Dünya’ olarak adlandırılan ülkelerin saflarına kaymak tehlikesiyle karşı karşıya kalan, muhteşem bir ülke. “Üçüncü Dünya ülkesi” yani insan hayatının gündelik gereksinimlerin ötesinde daha üstün bir anlamı yokmuş gibi yaşanması, yani tarihin kaderci bir bakış açısıyla değerlendirilmesi, ahlâki ve dolayısıyla ekonomik düzelmenin mümkün olmadığı duygusunun yerleşikliği, yoksulluğun “kader”in, anlaşılmaz ve denetlenemez tarihi güçlerin bir oyunu olduğunun sürgit vurgulanması yani kendilerine bir tas çorba edinebilecekleri parayı verecek Alman, Türk ya da Amerikalı’nın altında ter döken Moskova Fizik Enstitüsü mezunu fahişeler. Kulak verirsek, çığlıklarını ta Türkiye’den duyabileceğimiz ayaklar altında ezilen muhteşem bir arşiv, hükümsüzleştirilmesinin acısını oturduğumuz yerden hissedebileceğimiz muhteşem bir birikim.
Rusya’nın trajedisinin hemen her tezahürünün karşılığını kendi ruhumda bulduğumu, çığlıklarımızın karıştığını ifade etmeliyim. Çocukluğumun Stalinli ‘50lerde, Rus sınırında, Sarıkamış’ta geçmişliğine ve ‘70li yıllarda yaşanılanlara karşın – ya da belki de onlardan dolayı – Rusya, benim için hep bir muammaydı. Hiç Rus tanımamıştım ama tank seslerini, “Stalin saldırıya geçmiş” haberlerinin Sarıkamış-Erzurum biletlerini beş yüz liraya çıkarttığını hatırlarım – ki, bu miktar, babamın maaşının bir kaç katıydı. Bir de şekerlerini hatırlarım. Kirli beyaz renkte, taş gibi sert yumrulardı. Rusların o sert yumruları çekiçle kırdıkları, çayı kıtlama içtikleri anlatılırdı. Sarıkamışlılar da çayı kıtlama içmeyi severler, sınırın öte yanından kaçak gelen sert Rus şekerini tercih ederlerdi. Rus şekeri daha ucuz olurdu ama açıkta, çuvallarda satılır, annem pistir diye eve sokmazdı.
Sonra Heybeliada’da balığa çıkan Trostkî’nin görüntüleri, Nazım Hikmet’in Moskova radyosundan seslenişi, Rus tanklarının sardığı Budapeşte radyosunun kadın spikerinin yardım için haykırışı, TKP’nin gizemi. Aşkla ama acemice okuduğum Gogol, Pasternak, Tolstoy, Dosteyevskî, içselleştiremediğim Ortodoksluk, daha da az bildiğim Slav şamanizmi, Rus ruhanîliği, tarikatleri, tekkeleri zaviyeleri, Şevket Süreyya Aydemir’in, Atilâ İlhan’ın, Kemal Tahir’in naklettikleri. Sputnik’in ihtişamına karşın daha fabrikadan çıkarken köhne Jiguli otomobiller. “Rusya, Rusya! Çıkarıp atmak istediğim ağır bir miğfer gibisin başımda!” diye dolanışım.
“Rusya, anlaşılamaz, hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir kimliği vardır. Rusya’ya sadece iman edilir,” diyor, Ondokuzuncu yüzyılda yazan bir Rus düşünürü, Fyodor Tyutçev.
Bugün geldiğim noktada, ben kendi miğferimi başımdan atabildim mi? Hayır, ama bundan beş yıl öncesindeki kadar ağır olmadığı da muhakkak. Ancak, şimdi yeni bir yüküm var: Meğer, Rusya, benim Türkiye kitabımmış da haberim yokmuş. Görüyorum ki, yaklaşık yüz yıllık sıcak ve soğuk savaş, sadece Rusya’nın değil, dünyanın yüzünü değiştirmek içinmiş. Üçüncü milenyum içinmiş. Rusya, tarihteki rolünü oynamış, şimdi artık Rus aydınlarının rüyalarıyla gebe kalmak sırası Amerika’daymış. Bedel ödeme sırası, olgunlaşma, pişme sırası yeni Rusya’nın tarihini yazan Amerikan aydınlarındaymış.
Ey uhniyem, ey uhniyem! Türkiye tarihinin bir sonraki sahnesini Rusya’da izliyor olmaktan ürker oldum. “Gogol’un İzinde” dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksî Kristofoviç Zelenskî’nin dediği gibi, “Biz aydınlar, ne zekânın doğasını anlıyoruz, ne de zeki bir zihnin çıkışlarını. Madde ve maddeciliğin güdümünde olduğumuzdan, dünyanın biz olalım diye varolduğunu, evrenin başlıca mobilyası olduğumuzu unutuyoruz. Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir, ancak o zaman mümkündür. Meğer ki, ahmaklığın sukûnetinden olsun, bilimin, tasavvuf karşısındaki alçakgönüllü duruşunu seviyorum.”