Çok üzgünüm. Alev Alatlı’yı Kaybettik, Süleyman Seyfi Öğün

Haberi aldığım andan itibaren zihnim dağıldı. Bu dağılma hâline, otuz senelik bir dostluğun, işbirliğinin, abla-kardeş yakınlığının birikimini taşıyan sayısız hatıra, zihnimdeki kozalarından çıkarak, kelebeklenerek, uçuşarak eşlik ediyor. Çok tuhaf; bunların çoğu normal zamanlarda belki de hatırlamakta zorlanacağım hâdiseler.. Nasılsa, tekmil teferruatlarıyla hâfızamda birbiri ardına canlanıyor. Doğrusu bu hâlet-i ruhiye içinde insicamlı bir yazı vadedemem. Onun için sürç-i kelam veyâ sürç-i kalem edersem, affola..

Hayâtın akışı, hay huyu içinde çok defâ kimi nereye koyacağımızı bilemiyoruz. Ölümün hikmeti de bu olsa gerekir. Kalanlara sağlam bir muhasebe sağlıyor. Yaşanmış ve biyolojik olarak sona ermiş bir hayâtın sağlaması bu. Ölüm topyekûn bir yok oluş değil. Bu dünyâyı bedenen terk etmişliğimiz de bir şey ifâde etmiyor. Bıraktıkları üzerinden varolmaya , yaşamaya devâm ediyor herkes. Cenâzede bunu düşündüm. Dostluğunu, muhabbetini senelerce içimde tuttuğum bir insanı karşıma aldım ve kendime sordum: Sâhi, kimdi bu Alev Alatlı? Ne bıraktı arkasında? Bundan sonra, bu dünyadaki hayâtı nasıl devâm edecek?

Aklıma ilk gelen onun gözleri oldu. Evet, son derecede canlı, zekâ yüklü, muzip; bir o kadar da sevecen bakışlar. Baktığı kişileri gördüğü yerlere bakmaya dâvet ederdi bu bakışlar. “Gördüklerimin turşusunu kuracak değilim; onları seninle paylaşmak istiyorum. Benim gördüklerimi sen de gör” derdi… Bu bakışlara muhatap olan herkes ne dediğimi anlayacaktır. Alev Alatlı asla fildişi kule istemedi. İçevurumlarını hep bir dışavuruma dönüştürdü.

Sonra sesini hatırladım. Sesi kuvvetli bir tonlamaya sâhipti. Ama bunu çok kıvâmında, tatlı-sert bir kıvamda kullanırdı. En kızgın hâlinde bile biraz sonra ne kadar yumuşayabileceğini hissettiren bir tonlamaydı bu. Bâzen farklı düşünceler üzerinden uzun uzun tartışırdık. Gâliba karşılıklı olarak birbirimizi kızdırmayı da severdik. Tartışmayı belki de en keskin yerinde ve öyle usturuplu kapatırdı ki anlayamazdım bile. Akabinde her şey eski seyrinde devâm ederdi.

Sonra üslûbunu düşündüm. Bu toprakların kültürünün zannedildiği kadar erkek egemen olmadığını; tam aksine Demeter, Kibele’den başlayarak derin bir anaerkilliğin hüküm sürdüğüne inanırdı. Bu topraklarda, dünyâya bir kadın olarak gelmenin bir imtiyaz olduğunu söylerdi. O sâdece cinsiyeti ile değil, şahsiyeti ile bir anne, abla idi. Alev abla için son derecede sindirilmiş, hakkı verilmiş bir şeydi bu. Sâdece bulduğu, gördüğü hakikâtleri ortaya koymak değil; onları bir anne, abla diliyle anlatmak. Bunu mükemmel başarırdı. Her gittiği yerde, etrâfında sevgi ve saygı yüklü “kolektifler” teşekkül ederdi. Bu “kolektifler” geçici olmaz; bir şekilde Alev ablanın gerek Türkiye’de gerek Türkiye dışındaki network’ünü meydana getirirdi. Alev ablaya hayır demek çok zordu. “Hayır” ile başlayıp, “pekiyi, tamam” dediğim o kadar çok iş yaptırmıştır ki bana. Bunu kendisine söylediğimde bana cevap vermedi, sâdece muzip, muzip baktığını hatırlarım. Hâsılı müthiş bir iknâ kaabiliyeti vardı. Gönül kazanmayı onun kadar iyi bilen azdır.

Bütün bunları niye mi yapıyordu? Bir asker kızıydı. Ve kendisini adâlet kulesinin nöbet eri olarak görüyordu. Adâlet ve merhamet onun için merkezi değerlerdi. Hayâtı tekmil bir Türkiye nöbetiydi. Ve onun Türkiye nöbeti, aslında bir dünyâ nöbetiydi. Türkçüydü. Ama onun Türkçülüğü asla ideolojik bir katılığa sığmazdı. Her meşrepten insana muhabbet sofrasını bütün samimiyeti ile açık tuttu. Tek derdi, gelen kişinin Türkiye endişesini duymasıydı. Türkiye deyince “burnu sızlayan” kim varsa gelsin, demekti bu.

Alev Alatlı bu dünyadan bedenen ayrıldı. Ama arkasında bıraktıklarıyla gönlümüzde yaşamaya devâm ediyor. Doğru ya, dünyâ nöbeti bitmez… Bu nöbeti ondan devralanlar çıkacaktır…