TAKAT ile HAKİKAT ARASINDA: TÜRKİYE

Meral Tamer, Milliyet’teki sütununu üç yüz yıllık soruya bir kez daha açmış: “Neden kalkınmış tek Müslüman ülke yok?” İzleyebildiğim kadarıyla beş altı gündür okurlardan bir-iki paragraflık mesajlar yağıyor. Anlaşılan daha da devam edecek. İyi de olacak, konuya kafa yoran yurttaşlarımızın düşüncelerini öğreneceğiz. Renkli fotoğrafını da yayınladığına bakılırsa, Tamer’in özellikle önemsediği bir genç adam, bir “marka danışmanı,” kravatından saç kesimine, gözlüklerinden gülümsemesine kadar Amerikan eğitimli başarılı bir yupi olduğu anlaşılan Borça, “Özellikle 11 Eylül sonrasında ve AKP iktidarıyla hızlanan AB’ye giriş sürecinde İslâmi kimliğiyle tartışılmaya başlandı,” diye haber vermiş, “Türkiye ile ilgili bütün resimlerde, algılarda minareler filân var. Düne kadar laiklik konusu tartışılıyordu. Artık yeni bir sentezin, yeni bir konumlandırmanın konuşulması gerek. Bunu yok kabul edemezsiniz. Kaldı ki, Türkiye ile ilgili bu yeni algılama, modern Müslüman kimliği için de, İslam’ın doğru yüzünü göstermek için de bir fırsat. Bunu yok kabul edemezsiniz.”

Şimdi, düşünüyor, daha doğrusu pür spekülasyon yapıyorum. Bir “marka danışmanı” ne yapar? Aynı niteliklerdeki yüzlerce üründen birisini alır, allar pullar, pazarın “en iyisi”ymiş imajını verir, tüketicinin o ürüne bağımlılık geliştirmesini sağlar. Tüketici, bir kez bağlandı mı, artık marka ürünün önüne geçer. İyi bir örnek, “Heinz” marka hazır çorbadır. Akranlarından daha pahalıdır, Amerikan ev hanımlarının sıkı sıkı aşılanmadan ziyaret etmeyecekleri ülkelerde fason olarak pişirtilir, “all-American” (içi-dışı yüksek Amerikan kalitesiyle dolu anlamında) anne çorbası diye pazarlanır. Kolay iş değildir. Tüketicinin zaaflarını, beğenilerini iyi kestirmeyi gerektirir. Öte yandan, serbest piyasa ekonomisi idealini yerlebir eden bir uygulamadır, çünkü ‘Heinz’ın kıral olduğu piyasaya dünyanın en iyisi olsa da başka bir ürün giremez olur. Kartel, üretim ve satış özgürlüğünün sonu, “bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar” diyerekten üretim ve pazarlamaya yol açmaya çalışan Adam Smith’in yüzünde patlayan şamardır. Bir “marka danışmanı” önüne girenin pazara girmesine izin vermez. İşi budur. 

Ancak, “marka danışmanlığı” bir meslektir; becerilerini en yüksek ücreti verene satmaları tabiidir. Hal böyle olunca, söz konusu genç adamın müslüman Türk üreticileri için çalışmaması için neden yoktur. Ve anlaşıldığı kadarıyla kendisi tüketicilerin “müslüman kimlikli ürünlere” bağımlılık geliştirebileceğini düşünmektedir. Şu şerhle ki, “yeni bir sentez, yeni bir konumlandırma” gerekmektedir; “modern Müslüman kimliğini” tanımlamak, “İslâm’ın doğru yüzünü göstermek” şarttır.

Genç bir yupi’nin bildiğini iyi niyetle paylaşması gibi duruyor, öyle değil mi? Öyle. Ne ki, bir oluşum var, oluşumdan içeri. “Modern müslüman, İslâm’ın doğru yüzü” gibi saptamaların altından gülümseyen oluşum. 

Hafifmeşrep çözümlemelerin tehlikelerinden korunacaksak, şu “modern” kelimesini bir kez daha irdelemek durumundayız. Bu da bizi, ta gerilere, Descartes’e kadar götürür. Ve Meral Tamer’in sorusunu, “Kalkınan ülkeler neden Hıristiyan ülkelerdir?” şeklinde değiştirmemiz gerektiğine işaret eder. Hemen ifade etmeliyim ki, İsrail, kendi fıtratına sahip çıktığı için kalkınmış bir ülke değil, ABD’nin bir şubesi olduğu için kalkınmışmış gibi sunulan bir ülkedir – PR’cıların başarısı! 

Gelelim, Descartes’a ve onun kaçınılmaz arkaplânı “Avrupa Aydınlanması”na. Hıristiyan toplumlarının, Müslüman veya değil, diğer toplumlardan koptukları nokta bu noktadır. Ve temelinde ölümle, evet ölümle! uzlaşmış olmak ya da olmamak yatar! 

Descartes’in o meşhur “Düşünüyorum, öyleyse varım” tesbitinin, üzerinde pek az durulan diğer yüzü, “Düşündüğüm sürece varım, düşünmüyorsam yokum” anlayışı mensup olduğu Batı kültürünün ölüme bakışını değiştiren önermedir. Bu doğrultuda, Batının Descartes’dan itibaren ölümü fizikî bir oluşum olarak kabullenmeyi seçtiği gözlemlenir. Hal böyle olunca, Batılı dünya görüşü doğrultusunda hayat, bireyin mezara konmasıyla birlikte sona erer, yaşanmışlıklar da dahil olmak üzere bu dünyaya ilişkin her şey anlamını yitirir. Bu ülkenin insanları olarak şiddetle karşı çıktığımız “Benden sonra tufan” bireyselliği ve onun getirdiği müthiş özgürlük! 

Buna karşın, ister eski olsun, ister çağdaş, Descartes “Aydınlanma”sından nasibini yeterince almamış kültürlere (Müslüman ya da değil) mensup insanlar, toplumlarını “bir bütün” olarak tasavvur eder, ölüm meselesini, “Hücreler ölür ama organizma yaşamaya devam eder” şeklindeki düşünce ile çözerler. Aileye, sülbe, millete, geleneğe, töreye verilen önem, hep kendinden sonra da yaşayan birşeyler kalacağından emin olmak gayretidir. Böylesi toplumlar, geride ebediyete kadar yaşayacak birşeyler bırakmaya savaşırlar. ‘Ölümsüzler’ kervanına katılma yolu, “hoş seda” bile olsa, birşeyler bırakmaktır.

Günümüz felsefecileri, Descartes’ten yani Avrupa Aydınlanmasından nasibi almamış toplumların “Ortaçağ dünya görüşünü” yansıttıklarından bahisle, böylelerinin daha halen “toplum” denilen soyutlamayı bireyden yüce tuttuklarına işaret ederler. (Bu arada, Zaman’da Rusya’yı anlatan yazılar yazan Sayın Murat Şengül’e bir gönderme yapmalıyım: Yüksek-teknolojideki müthiş başarılarına karşın, Rus kültürünün böyle bir kültür olduğu söylenmektedir. Ruslar, Sputnik’i uzaya gönderirken ‘toplum’larının gururunu kollamak için göndermişlerdir denir. Bir Rus balerini, Soyuz (Birlik) için dans eder, başarısını kendi ülkesine adar, bireysel kazancı en son düşündüğü getiridir. Bu nedenledir ki, o muhteşem SSCB bugün üçüncü dünya ülkelerinin saflarına katılmak tehlikesiyle karşı karşıyadır.) 

Ortaçağ dünya görüşünü yansıtan toplumların bireyleri, yeryüzündeki hayatı ömürlerinin tükenmesiyle birlikte sona erecek bir “anlamsızlık”tan ibaret görmezler. Onlar, ebediyete kadar yaşayacak erdemleri kollarken, kendilerine bir tür ölümsüzlük inşa ettiklerini düşünürler. “Ebediyet”i yakaladıkları duygusuyla avunabilmeleri için, aidiyet gibi, güven gibi, ülkü gibi, aşk gibi kendilerinden sonra da yaşayacak “doğrular”dan vazgeçmediklerine inanıyor olmaları gerekir. Onların gözlerinde, “ölüm” değerlerinin yok edilmesiyle çöken o “anlamsızlaşma” ya da “nafilelik” duygusunun yanında coşkuyla karşılanacak hayırhah bir kurtarıcı olabilir. 

Öte yandan, ölümle “Aydınlanma” uyarınca uzlaşanlar, “değerleri yitirme” ya da “anlamsızlık” korkusunun ölüm korkusundan daha yaman olduğunu bilmezler. Bilmedikleri içindir ki, (der, örneğin, Paul Tillich) hiçbir değeri sonsuza dek yaşatmak üzere inşa etmeye, korumaya, sakınmaya kalkışmazlar. 

(Burada, Sayın Şengül’e bir gönderme daha yapayım: Rusya’da halen geçerli olan yaşam anlayışının “toplum” denilen soyutlamayı bireyden yüce tutan Descartes öncesi Ortaçağ dünya görüşünü yansıttığının bir başka kanıtının da Avrupa’da toprağa bağlı kölelerin Onbeşinci yüzyılın ortalarında azad edilmiş olmalarına karşın, Rusların bu noktaya ancak üç yüz yıl sonra gelebilmiş olmaları olduğu iddia edilir. Dahası, Rusya’da “insan hakları” meselelerinin çözümü şöyle dursun, yeterince sorun bile edilemiyor olmasının nedeni, insanların, kendilerinde bireysel yaşamlarını topluma rağmen iyileştirme hakkını görmüyor olmalarıdır. Bu bağlamda, toplumculuk, gelişmiş Avrupa’nın geride bıraktığı bir düşünce sisteminin ürünüdür denir.) 

Ulus ya da toplum şöyle dursun, Allah’a bile bireyin yaşamından üstün bir vizyon yüklemeyen Aydınlanma sonrası Batılı dünya görüşü doğrultusunda, gemisini kurtaran kaptan ‘birey’dir. Birey, yani, Türkiye’nin islâmi ses veren “marka” yaratma zamanının geldiğini savunan genç yupiyi yoğuran ideolojinin temel unsuru. Kapitalist yöntemler başarıyla uygulanacaklarsa Türkiye’nin “Ortaçağ” düşüncesini geride bırakması gerekmektedir. Nitekim, “modern İslam,” ya da “İslam’ın doğru yüzü” tanımlamaların gerisinde yatan bu temennidir. 

Meğer ki, toplumsal esenliği önemsemekten kurtulsunlar, yani Müslümanlığın içini boşaltsınlar, Ortaçağ değerlerini yansıttıkları söylenen toplumlarından ozon tabakasını delmek, suları kirletmek, ürünlerine “raf ömürlerini uzatmak için” zehir katmak, ucuz enerji türlerini bilerek isteyerek sümen altı etmek, ilaç endüstrisini ayakta tutmak için hastalıkları pompalamak, otomotiv endüstrisini ayakta tutmak için petrole yakın milyonlarca insanı gözden çıkarmak gibi, “benden sonra tufan” davranışları beklenemez. Bu nedenledir ki, Sayın Tamer’in sütununa ABD’den yazan İbrahim Baran’ın “Osmanlı Amerika’yı sömüremediği için kalkınamadı” mealindeki tesbiti kısmen doğrudur. Şu şerhle ki, Osmanlı, Amerika’yı keşfetseydi de sömüremez, gümüş madenlerine konmak için milyonlarca yerliyi öldüremezdi. 

Çünkü, içi boşaltılmamış Müslüman, Allah korkusunu yitirmemiş insandır. Allah korkusu var olduğu sürece, mazlumun yanında olacaktır. Varolma nedeni ‘kâr’ olan vahşi kapitalizm, Allah eksenli “Ortaçağ” anlayışını sürdüren toplumlarda başa güreşemez. Türkiye’nin takat ile hakikat arasında kalmışlığından söz etmemin nedeni de budur. Elektrik çalan komşusunu ihbar etmeye kıyamayan, dükkanına gelen müşterisini kendisinin siftah yaptığı gerekçesiyle Ahi geleneğinde komşusunun dükkânına yönlendiren, “rekabet” kelimesinden hicap duyan, dilinde “ambition” kelimesi olmadığı gibi, “tamah” kavramından uzak durmaya çalışan Müslüman Türk insanının “kalkınması” da bu kadar olur. 

Bundan yakınmak mı, yoksa daha az tüketerek pekâla da mutlu bir yaşam sürülebileceğinin bilincine varmak ve vardırtmak mı daha doğrudur? Bence, üzerinde konuşulması gereken budur.