“Neden bir şey yok değil de var? Çünkü eğer bir şey yoksa, o zaman matematiğin başı dertte… İyi de, ne olmuş? Bir takım sembollerin karışması, tutarsızlaşması dünyanın neden umurunda olsun? Umurunda, çünkü dünya matematiğe itaat ediyor gibi duruyor. Ama etmek zorunda değil. Eder gibi duruyor ama etmek zorunda değil. Bildiğimiz matematiğin bir çalı olduğunu düşünün. Birkaç kökten büyüyor ve her geçen gün dal atıyor. Tüm bilimleri, tüm verileri de diğer bir çalı gibi düşünün. Bu da yerçekimi, ışık, molekül zincirleri gibi bir kaç temel kökten büyüyor ve her gün yeni dallar atıyor, hatta bu yeni dallardan bazıları diğerlerine ne benziyor ne de uyuyorlar. Matematik çalısı ile bilimlerin çalısı birbirlerinin aynısı değil. Farklı yasalara göre büyüyorlar. Matematik çalısı, katıksız tümdengelimle büyüyor. Veri/bilim çalısı ise deneylerle ve ölçümlerle – tümevarımla – sarsıla, atlıya büyüyor. Bilim adamları eski dalları buduyor yeni dallar büyütüyorlar ya da aşılıyorlar. Makaslarını bileyen, yeni veriler.
Ancak, iki çalı benzeşiyor da. İkisinin de şekli kaba, en azından bazı dalların kümelenme biçimleri benziyor. Bu benzeşmenin mantıklı bir nedeni yok. Mantık bir yoldan gider. Veriler hemen her yoldan. Baştan bilemezsiniz. Bu nedenle her bilimsel deney yeni bir kumardır.
Bilim/fen matematiğin izinden gider. Tümevarım, tümdengelimin izinden gider. Zaman geçtikçe bilim çalısı matematik çalısına gittikçe daha çok benzemeye başlar – dala dal, filize filiz. Hangi çalının hangi çalının peşinden gittiğini zaman farkından anlarız.
Büyük olaylardan bazılarına bakalım. Geçen yüzyılda James Clerk Maxwell elektrik ve manyatizme dair dört tane “Mazxwell denklemi” buldu. Bu denklemler veya onların parçaları deneylerle doğrulandı. Maxwell matematik denklemleriyle oynadı ve ışığın dalga teorisi ortaya çıktı. Matematik ışığın elektromagnetizmin bir türü olduğunu söylemişti. Deneyler daha sonra bunu da doğruladı. Bir kaç yıl sonra Einstein görecelik matematiği ile oynadı ve eneji-kütle denklemi, e=mc2 çıktı. Sonraki testler ve nükleer bombalar bu formülü de doğruladı. Başka türlü de olabilirdi. Deneyler e=MC5 ya da e=m2c formülünü ya da sayısız başka ihtimalleri doğrulayabilirdi. Ama öyle olmadı. Deneyler matematik dalını doğruladılar.
Birkaç yıl sonra Einstein genel görecelik matematiğini ortaya koydu ve yerçekiminin bu yanılsama olduğunu söyledi. Madde, uzayı büküyor. Enerji ve momentum uzay-zaman sürekliliğini (continuum) büküyor. Gezegen meteoru “çekmiyor.” Meteor yanından uçuyor ama gezegene bir anlamda yuvarlanıyor. Çekimmiş gibi görünüyor. Einstein’s eğrilik denklemleri, Maxwell’in denklemleri gibi, bir dalga denklemine götürüyor. Yani denklemlerin ışık saçan sonuçları var. Bu demek ki, ışık hızında hareket eden yerçekimi dalgaları var. Fizikçilerin yerçekimi dalgalarının varlığına dair dolaylı kanıtları dev pulsarların ya da neutron yıldızların orbital emisyonlarında bulmalarının üstünden yetmiş yıl geçti. 1917’de, Einstein yerçekimi ya da eğrilik denklemlerini yayınladıktan hemen sonra, Karl Schwarzschild özel bir simetrik durum için çözdü onları. Schwartzschild’in denklemleri gereğinden fazla kütlenin yerçekim denklemini sonsuzluğa kadar genişletebileceğini gösterdi (bu, bir terimin 0’la bölünmesi gibi). Kara deliklerin varlığına işaret eden bu denklemlerdi. Yıllar sonra Kara Deliklerin varlığına ve bunların bizim Samanyolu da dahil olmak üzere sık galaksilerin ortasında olduğu ilişkin giderek daha çok sayıda kanıt ortaya çıktı.
Bunlar verilerin/bilimin matematiği izlemesinin meşhur örnekleri. Bu kadar net olmamakla birlikte her gün, her dalda bilimsel verilerin matematiği izlediğini görüyoruz. Ne kadar çok matematik öğrenirsek, tabiatı o kadar iyi görüyoruz. Ne kadar çok nonlinear matematik öğrenirsek, tabiat o kadar nonlinear görünüyor.
Asırlaca kaosu kaba gürültü saydık. Kaos matematiğini yakın zamanlarda öğrendik ve kaosu hava durumlarında, kalb vuruşların, moleküler titreşimlerde bulduk. Matematik çalısını ne kadar iyi açarsak, aralarında daha çok bağılantı olduğunu görüyoruz. Zamanla deneyler bu bağlantıları onalıyor. Öyle olmaya da bilir ama oluyor. Bilimin matematiğin peşinden gitmediği durumlar olabiliyor ama bütünde öyle değil. Bütünde bilim matematiğin peşinden gidiyor.
Peki, Allah bütün bunların neresinde? Tabiatın derinliklerine her gün biraz daha fazla nüfuz ediyoruz ama O’na dair bir ipucu yakalayamıyoruz. Kanıt yok. Allah matematikte de yok, deneylerde de. Onu ne mikroskop ne de teleskopta görmüş ya da ölçmüş değiliz. Gözlemlenebilir kainatta yok gibi duruyor. Ayak izi bırakmamış gibi. Tüm bulabildiğimiz fizik kanunlarına göre şekillenen olaylar. A, A değil’e, A değil başka bir şeye akıyor. Allah’la açıklayabildiğimiz bu oluşumu Allah’sız da açıklayabiliriz.
Usavurum bir kez daha şüphe ile sonuçlanıyor. Ne kadar çok öğrenirsek, toprak ayağımızın altından o kadar çok kayıyor. Bir adım sonra niye genlerimizi ya da düşüncelerimizi sürdürmek için yaşam savaşı verdiğimizi düşünmeye başlıyoruz. Bütün bunlar nihilizme doğru gidiyor. Ve nihilizmle sonuçlanabilir de. Hayatın bizim anlayabileceğimiz bir manası yada amacı olmayabilir. Bizim Allah düşüncemiz, Pavlov’un dediği gibi bir toplumsal refleks, Spinoza’nın söylediği gibi doğadan kaynaklanan korku, ya da Marks’ın söylediği gibi kitlelerin afyonu, ya da Freud’un dediği gibi kendi babamızın kozmik gaza dönüştürülmüş şekli yada sosyo-biyologların dedikleri gibi, bazı bencil genlerimizin otoriteye gözükapalı bağlılıklarının sonucu.
Allah’ın varlığını kendi içimizde ya da çevremizde hissettiğimizi düşünüyoruz ama bu bir yanılsama olabilir. Hissediyoruz ama tanımlayamıyoruz. Beynimizdeki nöral şebeke bu işi iyi bilir. Onlar yüz milyonlarca yıldır bu işi yapmak, hissettikleri örüntüleri önceden kaydettikleri örüntülerle eşleştirmek üzere evrimleştiler. Yüzleri, müzik parçalarını, mevsimleri tanırız ama onları nasıl tanımlayacağımıza dair hemen hemen hiç bir fikrimiz yoktur. Bir ismi nasıl hatırladığımızı, bir soruya nasıl cevap verdiğimizi ya da yeni bir fikir ürettiğimizi izah edemeyiz. Sadece yaparız. Nöral şebekemiz bir şekilde becerir. Aynı şekilde olmayan bir Allah patternini de tanıyor olabilirler. Genetik anlamda Allah’ı bir görüp bir kaybetmenin özel bir avantajı var gibi de durmuyor. Bir görünüp bir kaybolan ya da varlığı hissedilen Allah’ın, nöral şabekemizin deja-vu yada ‘dolduruş’ türü bir animolisi olması mümkündür. Biz Allah’ı Kanizsa üçgenini tanır gibi tanıdığımızı düşünebiliriz: Kanizsa üçgeni olmadığı gibi Allah da yoktur.
Gözlerimizdeki ve beynimizdeki neural şebeke olmayan kenarları ve parlak içiyle Kanizsa-üçgeni yanılsamasını oluşturur ve sürdürür. Oysa bu sayfada böyle bir üçgen yoktur. Bu üçgen Kant’ın “duyuların yardımı olmadan, düşünsel içgüdü ile anlaşılan,” orada bir yerde, duyuların ötesinde ‘kendi başına birşey’ bir numen (noumenon) değildir. Tersine, duyularımızn ve beyinlerimin bir fenomeni (phenomenon) yani, duyuların tanıdığı ve bilimsel olarak tanımlanabilir ve test edilebilir bir veridir. Bizim bir görünüp-bir kaybolan Allah’ımız ya da Onun Gölgesi ya da Onun Eseri aynı durumda olabilir – rastgele bir kainatın rastgele bir galaksisindeki rastgele bir gezegenin üzerinde yakın bir tarifte ve kısıtlı olarak evrimleşmiş bir yaratığın neural tellerindeki bir yansılsaması.
Ben daha farklı bir sonuça varıyorum. Kainat enformasyondur. Büyük bir bilgisayar çipi gibi. Bence bir gün enerjinin enformasyonla ilişkili olduğunu göreceğiz. Enformasyon dalgaları veya cisimcikleri, infoton’lar olabilir. Enformasyon Leibnitz’in monadları gibi bölünemeyecek kadar küçük akıllı cisimciklerde toplanabilir.
Doğaya ne kadar çok bakarsak, yapılanmasında o kadar çok enformasyon görüyoruz. Yapılanma, enformasyondur. Bizim DNA’mız etten yapılmış enformasyondan ibaret. Beynimizdeki, omurgamızdaki ve kaslarımızdaki neural ağ enformasyon şifreler, depolar ve şifre çözer. Kültürlerimiz ve ekonomimiz enformasyon depoları ve akılarından ibarettir. 1940larda Bell laboratuarlarında Claude Shannon pure enformasyon teorisinin ilk yasalarını buldu. Dünya bu yasalara uyar gibi duruyor. Termodinamiğin entropisi soyut enformayon teorisinin entropisinin aynısıdır. Bir yüz, bir yıldız ya da galaksi kümesi gibi “pattern”ler, azami bilginin yerel noktası ya da asgari entropi ima eder. 1957’de Stanfordlu fizikçi E.T.Janesistatistiki kuantum mekaniği kuralının (Gibbs olasılık dağılımı) temel matematiği enformasyon teorisinin maximize edilmesinin sonucudur. Bunu kanıtlamak için ne bulgulara deneylere ne de Niels Bohr’a ihtiyacınız var. Bütün ihtiyacınız soyut enformasyon teorisidir.
Görüp kaybettiğimiz enformasyondur. Bu süreç bitlerle başladı. Şimdi artık fuzzy motık bizi fitlere götürüyor. Bugüne kadar büyük küplerle çalışıyorduk ve küpün bir binary köşesinden öteki binary köşesine atlıyorduk. Şimdi fuzzy matematik bile köüpün içinde koca bir dünya olduğunu söylüyor ve biz bu dünyaya dalıyoruz. Kübü siyah-beyaz bir köşesinden diğer köşesine kadar delebiliriz. Fuzzy matematik. Fuzzy fizik. Fuzzy makina zekası. Olasılık ve göreceli frekansı subsehood ya da parçanın içindeki bütünle ile ikame edebiliriz. Daha da büyük neural ağları, bilgisayarları ve birleşik neuro-bilgisayarlaru daha çok matematik için devreye sokabilir, daha çok yapılanma bulabilir daha çok enformasyon elde edebiliriz. Ve bu sadece bir başlangıç olur: It from fıt.
Bu da bir sonraki soruyu getirir: Allah enformasyon mudur? Bu söylendiği kadar garip olmayabilir. Niye olsun ki, biz Allah’a her şey dedik: aşk, güç, zihin, enerji, tabiat, maximum olasılık. Ama ben Allah’ın enformasyon olarak doğru olmadığını hatta bu tanımın anlamı bile olmadığını düşünüyorum. Enformasyon olan kainat. Enformasyon olan fiziki yapılanma. Kainat Allah’la ilgisi gözün görmeye ilgisi gibi.
Bence Allah’ın bilimin matematiği izlemesi ile ilgisi var. Bence orada birşey,in farkına varıyoruz. Tarif edemediğimiz bir şeyin. Bir plan var ki onu tanıyoruz. Ya da Plan. Her bir yeni matematiksel içgüdü ile, her bir yeni fuzzy veri ile bir plan ya da matematik yapılanması hesabı yapıyoruz.
Bütünbunlar bir sonraki saniyede değişebilir. Bilim çalısı matematik çalısının peşinden gitmekten vazgeçebilir. Veri mantığı izlemeyebilir. Enerji bundan böyle kütlenin ışık hızının karesinin çarpımına eşit olmayabilir. Okyanus dalgaları bundan böyle sıvı mekanikçilerinin denklemlerine göre hareket etmeyebilirler. Ampuller watları yükseldikçe parlamayabilirler. Neden-sonuç ilişkisinin tüm kanavası eriyebilir veya dağılabilir. O zaman bu tez de dağılır.
Ama farzedinki bu söylediklerim olmayacak. Farzedinki bilim matematiği daha yüzlerce, binlerce, milyonlarca, milyarlarca yıl izlemeye devam edecek. Plan hypotezi fuzzy doğrularla büyüyecek. Pitagoras ve diğer teoremler emirler yağdırmaya bizler o emirlere riayet etmeyi sürdüreceğiz. Tanıyıp da açıklayamadığımız o gölge duygusu, görünüp de kaybolan, pattern açıklığa kavuşacak. Allah olamaytabilir ama Matematik yapıcısı var ve Bilim onun Peygamberi.
Erkek ya da kadın, bir şey ya da hiçbir şey, matematiği yazdı. Allah, Matematiği yazandır. Matematiği Allah yazdı.