TOPLUMLAR DA HASTALANABİLİR

Şimdi Değilse Ne Zaman?

Yaygın alışkanlık, akıl sağlığını bireyler bağlamında düşünmektir. Çoğu psikoloğa ya da psikiyatriste göre bir toplumun akıl sağlığı o toplumdaki “hasta” insanların sayısıyla ölçülür. Popüler kültürün “hasta” olabileceği keyfiyeti üzerinde hemen hiç durulmaz. Ama “toplumsal patoloji” diye bir kavram vardır ve toplumlar da hastalanabilirler. Toplumların hastalanmaları, normal işlevlerini göremez hale gelmelerinden anlaşılır. Toplumların “normal işlevler”i, kendilerini oluşturan bireylerin akıl sağlıklarını idame ettirecekleri düzenlemeleri yapmaktır.  

Bireyin akıl sağlığı çoğunlukla sanıldığı gibi göreli bir durum değildir. Kimine göre sağlıksız olan kimine göre sağlıklıdır diye bir hüküm de olamaz. “Şartlı hümanizma” derler; her problemde olduğu gibi, insan hayatında da doğrular ve yanlışlar; doğru çözümler ve yanlış çözümler vardır. “Akıl sağlığı” dediğimiz durum, bireyin fıtratının nitelikleri ve kanunları doğrultusunda buluğa ermesi, yaşamını reşit bir insan olarak devam ettirmesi halidir. Fıtratının nitelikleri ve kanunları doğrultusunda gelişmesine izin verilmeyen birey hastalanır. Bu bağlamda, bireyin meselesi topluma uyum sağlamak değil, kendisine uyum sağlayacak toplumu yaratmaktır. Mesele, toplumun insan fıtratına uygun düzenlemeleri yapmasıdır. Eğer bir toplum bunu başaramıyorsa, hastalanmış demektir.

“Haklı kılan mutabakat” bireyin belli olaylar karşısındaki tutumunu başkaları da öyle yapıyor şeklinde rasyonalize etmesi halidir. Ne ki, bireyin düşünce ve duygularının çoğunluk tarafından paylaşılıyor olmaları, onların doğru ve haklı oldukları anlamına gelmez. Nasıl ki, milyonların günah işliyor olmaları, bireyin kendi günahını sevaba çevirmez, milyonların hastalanmış olmaları da bireyin sağlıklı olduğuna delâlet etmez.  

Şöyle düşünelim: eğer filânca bir şahıs, on beş yıl boyunca her ay maaşını bir bitirime kaptırıyor da tepki göstermiyorsa; tersine, o bitirime bir de üstelik sofra kurmak için konu komşudan borç alıyorsa; üstüne üstlük hatırı sorulduğunda “iyi diyelim iyi olsun” şeklinde akla uygun düşmeyen bir tavır geliştirmişse, en iyi ihtimalle o şahsın akıl sağlığından şüphe edilir. Bir ülkede bu davranışları sergileyenler çoğunluktaysa, o zaman da toplumun akıl sağlığından cidden şüphe etmek gerekir. Bireylerin olaylar karşında kendilerini aciz hissettikleri ve bu duruma başkalarının da aciz oldukları için tahammül ettikleri durumda toplum adamakıllı hastalanmış demektir. “Kültürel defo” diye bir şey vardır. Kültürel defo, bireyin içinde yaşadığı toplumdan aldığı defodur.  

Türkiye’nin popüler kültüründeki defonun, “meseleleri geçiştirmek” defosu olduğunu tezini savunuyorum. “Meseleleri geçiştirmek” şeklindeki kültürel defomuzun, başkalarının kendisini görmemesini isteyen bir çocuğun kendi gözlerini kapatmasına benzetiyorum. Biraz daha açalım: Ülkemizde okuma yazma oranı yüzde seksenlerin üstündedir. Yurt sathına yayılmış beş bin radyo, iki bin televizyon istasyonu, bir o kadar da gazete, dergi var. Kitap var. Türk film sektörü de küçümsenebilir boyutlarda değil. Seçimlere tek bir TRT, tek bir gazete ile giriyor değiliz, iletişim özgürlüğü hiç olmadığı kadar var.  

Öte yandan, büyüklerimizin dehşetle hatırladığı İkinci Dünya Savaşı yılları da dahil olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en bunalımlı günlerini yaşıyoruz. Otuz milyon Türk vatandaşı yoksulluk sınırının altında, borçlanma faizlerini tüm vergi gelirlerinin yüzde yüz otuzu. Duyunu Umumiye bilançosuna dönüşmüş bir devlet bütçesi, çökmüş ve hemen hepsi yabancı bankaların eline geçmiş bir bankacılık sistemi, üretim düşüşü, dokuz buçuk milyon işsizle karşı karşıyayız. Her dört üniversite mezunundan üçü işsiz, her yedi yüz gençten sadece birisi meslek sahibi. “21.Yüzyıl Türklerin yüzyılı olacak” diyerek geldiğimiz bu noktada, birbiri ardına gelen ekonomik krizlerle boğuşuyoruz. Genel dengeleri hâlâ kurabilmiş değiliz. Uzun vadeli bir kalkınma vizyonumuz yok. Vizyon olmadığı için strateji de saptanmış değil. Ve bir büyük suçlama: 

“Mayıs 2000 de Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı adı altında uygulanan ekonomik program gereği, IMF ve Dünya Bankasından gelen krediler ile kamu kesiminin ve bankacılık sisteminin açıkların karşılamakta kullanılmış, iç piyasalardan borçlanma gereğini azaltarak faiz oranlarını düşürmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımın da ekonomide dengeleri sağlamak yönünde kuramsal bir temeli yoktur. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, dış borcu gereksiz ve tehlikeli şekilde arttıran bir borç erteleme operasyonundan ibarettir. Daha sonra IMF’ye verilen niyet mektupları ile yapısal reformlarla bezenen program da istikrar önlemleri konusunda ciddi yanlışlıklar içermektedir. IMF dövizleri ile Hazineye ve bankalara kredileri arttırıp, bunun sonucunda piyasada artan emisyonu döviz satarak emme stratejisi kurulurken iktisat kuralının iki temel denklemi unutulmuştur. Yeni dış borç alarak iç borçlanma yükünü yada gereğini azaltmak ancak gelen dış kaynakların reel ekonomiye emdirilmesi ile mümkündür. Bu ise dış açığın büyümesi demektir ve bunu gerçekleştirecek piyasa mekanizması da ya enflasyonun hızlanması ya da nominal kurun devalüasyonu ile gerçekleşir. Ancak bu transfer mekanizması işler ise reel faiz hadlerinin aşağıya çekilmesi ya da kamu borç yükünün azaltılabilmesi mümkün olabilir… Türkiye bu duruma, artık Hükümet mi, IMF mi, Derviş mi, muhalefet mi, kim sahiplenirse sahiplensin, bu program uygulanamadığı için değil, tam tersine uy-gu-lan-dı-ğı için düştü. Dayatılan istikrar programlarında ve yapısal düzenlemeler alanında maliyeti çok yüksek ciddi hatalar yapılmıştır ve yapılmaya devam etmektedir.”  

İddianın arkasında T.C. Merkez Bankası müstafi başkanı Bülent Gültekin ile Nobel ödüllü Joe Stiglitz ikilisi var. Stiglitz, henüz 26 yaşındayken M.I.T. profesörü olmuş, “40 yaşının altında en iyi eseri veren” iktisatçılara verilen ünlü John Bates Clark Madalyası sahibi. Ayrıca Nobel ödülü almış. Dünya Bankasının icracı başkan yardımcısı ve baş ekonomisti. 1993’de Clinton’un Ekonomik Danışmanlar Konseyi üyesi, “söylemesi gerekeni değil, düşündüğünü söyleyen” bir adam olarak biliniyor. IMF’nin hemen her ülkeye ve Güneydoğu Asya Kaplanlarına dayattığı hezimetle sonuçlanan politikalarının baş muhalifi. Bülent Gültekin, Amerika’da The Wharton School, University of Chicago, University of North Carolina, Fransa’da Fontainaableau’da INSEAD, Japonya’da Namura School of Management, Singapur’da Singapure Management University ‘nin paylaşamadıkları bir öğretim üyesi. ’de, ABD’nin North Carolina Eyaletinde “University of North Carolina Chapel Hill’de ders veriyor. ’de, ABD’nin North Carolina Eyaletinde “University of North Carolina Chapel Hill’de ders veriyor. Ayrıca, Nursultan Nazarbaev’in; Kerimov’un; Rusya Federasyonu Özelleştirme İdaresi’nin; Ukrayna Özelleştirme İdaresinin, Beyaz Rusya Özelleştirme İdaresinin, Endonezya Maliye Bakanlığının, Malezya Devlet Bakanlığının, U.S. Aid teşkilatının, Birleşmiş Milletlerin, Dünya Bankasının, IFC’nin Avrupa Kalkınma Bankasının, OECD’nin danışmanı.  

“Rasyonel otorite” diye öğretmen-öğrenci ilişkisi anlatılır. Öğretmenin, öğrencinin üzerindeki otoritesi, öğrenci öğretmenine yetiştiğinde kendiliğinden kalkacak olduğu için “akılcı” otoritedir. Aklı selim sahibi toplumlar, korkuya değil, akılcı otoriteye itibar eden toplumlardır. Şimdi bir soru: içinde bulunduğumuz ezici koşullar, bu ikilinin dediklerini dinlemeyi, uyarılarını ve önerilerini ciddiye almayı gerektirmez mi? Siyasilerden geçtim, az önce saydığım medya bereketinde bu adamların beyinleri, bilgileri, tecrübeleri didiklenmez mi? Derviş ve ekibi televizyonda, radyoda, yazılı basında bu ikili ile karşılıklı konuşmaya ikna edilmez mi? Hayır edilmez, çünkü bu toplum kültürel bir defo ile malûldur: gözlerini kapatma, meseleleri geçiştirme defosu.  

Temel’in mezar taşının üzerindeki yazıyı hatırlıyorum, “İyisin dediniz, iyisin dediniz, peçi bu ne?” Hayır, “iyi demekle iyi olmaz” ve korkunun ecele faydası yoktur.