Toplumsal Kimliğimiz (2)

“İslâm’ın karşısında üç yolun olduğu görünüyor. Ya modern dünyanın taleplerine karşı kapılar kapatılacak, ya açılacak ve bizden ne isteniyorsa ona fetva vereceğiz. Üçüncü ve sağlıklı yol ise durum tesbiti yapıp eleştirel bakış açısıyla, hem modern hayatın taleplerini göz önüne alacağız hem dinin bizden istediği talepleri, değişmezleri, değişebilirleri, içtihatları kullanarak birarada yaşatmaya çalışacağız.” Yani? Yani, kendi dünyamızı, kendi adımıza biçimlendiremeyecek, eylemlerimizi bizim dışımızdan dayatılan bir düzenin normlarına göre ayarlayacağız. Yani, İslam’ı benliğimizin dışına sürüp, ‘modern’ dünya ile din pazarlığına oturacağız. Neden? Çünkü, toplumsal kimliğimiz Kilise’ye “eşcinselliğin kutsanması” gibi en büyük bir günahı dayatan “modern” dünyanın İslâm’a reva görebileceklerinden korkuyor ve aklına bükemeyeceği eli öpmekten başka çare gelmiyor. Nitekim, “Modern olan ayrı bir kutupta yer alır. Din, ayrı bir kutupta yer alır. Bunlar birbirleriyle asla uyuşamaz tezi doğru bir düşünce tarzı değil” şeklinde bir de söylemimiz var. Heyhat, İslâm’ın benliklerden sürüldüğü “yabancılaşma” patolojisinin ders kitabı örnekleri bu sözler!  

“Yabancılaşma” yani kişinin benliğinden uzaklaştığı, kendisinin kendisine “yabancı” hale geldiği, kendi benliğini “öteki” olarak algıladığı ölümcül süreç. Ölümcül çünkü eylemlerin sürgit “modern dünya”nın normlarına göre ayarlandığı durumda ortaya çıkan sonuçlar, Müslümanı benliğinden uzaklaştıracak, kendisiyle iletişimini yokedecek, kendisine duyduğu muhabbeti soğutacak ama buna rağmen eylemlerine boyun eğmeyi sürdürecek hatta tapacaktır. “Tapmak” kelimesini ağır bulduysanız, “Modern olan ayrı bir kutupta yer alır, din ayrı bir kutupta yer alır. Bunlar birbirleriyle asla uyuşamaz tezi doğru bir düşünce tarzı değil,” ifadesiyle Modernite ile dinin ayrı kutuplarda olmadığını ileri sürmek başlı başına bir eylemdir. Üstelik somut bir olguyu “bir düşünce tarzı”na indirgemeye çalışan bir eylem. Kaldı ki, bahis konusu “İslâm”dır, din sözcüğünün kapsadığı herhangi bir inanç sistemi değil. 

Toplumsal kimliğimizi seslendirdiğini düşündüğüm konuşmacıdan başka örnekler de var: “Irak’ta yaşanan(ların) … tek suçlusu da Müslümanlar değildir” hükmündeki muhabbet kaybını düşünün, “Müslümanlar olarak nerede bir kan ve gözyaşı varsa, onu dindirmeyi kendimize görev addediyoruz…” cümlesindeki “görev addetmek” ifadesinden yansıyan yabancılaşmayı düşünün, “tek başına bizim dua etmemizle olmuyor”daki sinmeyi düşünün. “İslâm, hiçbir oluşuma, yeniliğe ön kabulle yaklaşmaz” cümlesindeki daveti düşünün.  

Başlıca müsebbibinin Yirmi yüzyıl kapitalizmin bireyin kişiliğinin üzerindeki tahribatı olduğu düşünülen “yabancılaşma” bilinen en eski patolojilerden birisi. Nitekim, Kutsal Kitaplar’daki karşılığının “putperestlik” olduğu söylenir. Yaygın söylemden farklı olarak, putperestlik ile tek bir Allah’a inanan dinler arasındaki fark, putperestlikte birden fazla ilâha tapılması değil, kişinin kendi elleriyle inşa ettiği bir puta, yani kendi eyleminin sonucuna, tapacak kadar yabancılaşmasıdır. Oysa, Kitaplı Dinlerin vazettikleri Tanrı, belirli bir kalıpta dondurulamaz. Tanrı’nın suretinde yaratıldığı için insan da, insanın eylemleri de dondurulamaz. Sınırsız yeteneklerini kullanabileceği onca şey, sorunlarını çözmesi için onca yol varken, kalkıp (mesela, Modernite’den) bir put yapması, varolma nedeni diye o putu bellemesi, ona secde etmesi kabul edilemez. Ne ki, o put bir kez kabulgörmeye dursun, bireyin insan olmaktan kaynaklanan zenginliğiyle, sonsuz yetenekleriyle teması kesilir. Bu dünyanın kendisinden sorulduğu unutur. Ne kendisini, ne de çevresini toparlayabilir. Yapıcı gücünü, insan olma keyfiyetini kaydı-hayat şartıyla bir puta devretmiştir. Bundan böyle kendisini, yaratıcı güçlerinin ve aklının etkin taşıyıcısı olarak değil, kendi dışındaki ve yaşayakalmasını borçlu olduğunu vehmettiği güçlere bağımlı, yapabilecekleri sınırlı bir ‘nesne’ olarak algılayacaktır. Eylemlerini ‘put’ belirler, özgür iradesi değil. Özgürlüğü bir illüzyondan, seçme hakkı bir sanrıdan ibarettir. İşin aslını asla öğrenemeyecektir, çünkü bizzat kendisine el olmuştur. Gerçekliği değil, kendi yarattığı çarpıtmaları algılamaktadır. 

Kuran’da “kendi istek ve tutkularını ilâh edinmek” şeklinde tanımlanıyor (Furkan, 43; Casiye 23) Karl Marks, “kişinin kendi eyleminin kendisinden ‘gayri’ bir güç, kendisi tarafından yönlendirileceği yerde, ona tepeden bakan ve karşı olan bir güç haline geldiği durum”dur, der. “Güç” kelimesinin yerine “modernite” kelimesini koyarsak mesele daha kolay anlaşılacaktır.  

Günümüz Türkiye’sinin toplumsal kimliğini değerlendirebilmek için, kapitalizmin gelişim süreci içinde Batılı türdaşlarımıza neler olduğuna bakmamız lâzım. Kilise’nin “eşcinselliğin kutsanması” gibi en büyük bir günaha nasıl razı edilebildiğini, “hatadan münezzeh” papanın böylesi bir dejenerasyona neden ve nasıl uğradığı öğrenmemiz lâzım. Nasıl olup da, Amerikalı bir düşünürün ifadesiyle, dinin “Vitrinlerde teşhir edilen mallardan birisi haline geldiğini” anlamak lâzım. Modern Batı’nın “İnsanın varoluşuna ilişkin temel soruları bir yana bıraktık” hayıflanmasını, “Hayatın anlamını, sorunların çözümünü bir yana bıraktık, ömürlerimizi kârlı bir alana yatırmak, çok büyük sorunlar çıkmadan geçiştirmek istiyoruz” mutsuzluğunu anlamak lâzım.  

Ve nihayet, günümüzde “modern” ile “din”in karşı karşıya getirilmesi “haksızlıktır” buyurmadan önce, çağdaş Batılının kitaplı dinlerin hiçbirisiyle uzlaşamadığını görmek lâzım. Papaz ve hahamların tüm uğraşmalarına karşın, kilise ve sinegogların Batı toplumunun yabancılaştırıcı güçleri arasında yer aldıklarının farkına varmak lâzım. İnsanları tümüyle din-dışı bir sistemde ve fakat iyi bir Hıristiyan ya da Yahudi olduklarına yaşadıklarına inandırmak diye bir şeyin olduğunun ayırdında olmak lâzım. Çağdaş putperestliğin farkına varamazsak, kendimizi dindar bellemişken aslında küfr içinde olmamız mümkündür.