Vietnam savaşı sırasında ABD’de öğrenciydim. Savaş karşıtlarının eylemlerine bizzat şahit ve hayran olanlardanım ki, bu eylemlerin arasında üniversite bahçesinde kurulan Kızıl Haç çadırlarının kapılarına Kuzey Vietnam’a kan vermek üzere oluşturan kuyruklar vardır. Bir yanda, “Amerika, ya sev ya terket” diye haykırarak, gözyaşları içinde “kansızlar”a doğru Amerikan bayrağını sallayanlar, diğer yanda, ahlâk dışı olduğuna inandıkları bu savaşta yer almayacaklarını söyleyenler. Bu ikinci grubu seyreder, kendi ülkemde bu denli cesur olup olamayacağımı sorgulardım. Velhasıl, Batının özgürlükçü demokrasilerine gıpta etmemek mümkün değildi.
Sonraki yıllarda yakın zamanlara kadar adını koyamadığım bir şey döndü; Batı demokrasilerinde ahlâki savlarının bitkin düşüp, havlu attıklarını gördüm. “Ahlâki savların bitkin düşmesi”nden kastım, Batı liberalizmindeki “ütopya kaybı”dır. Gıpta hatta düpedüz haset ettiğim özgürlükçü demokrasiler döndü, Pol Pot’un Kambodiya ölüm tarlaları ya da Saddam’ın Halepçe’sinden ayrı tutulamaz oldu. Euro-Amerikan toplumunun büyük çoğunluğu, liberal serbest piyasa toplumunun kısıtlanmasını, Pol Pot’un ya da Saddam’ın uygulamalarından farklı görmediği bir vicdani yapı kazanırken, söz konusu mezalim, Batı liberalizmindeki “ütopya kaybı”nın haklı gerekçeleri olarak algılanır oldular.
Şöyle ki, liberaller, “faydacı”(1) dünya görüşünün ürünleridir. Bu yapılanmalarıyla, bir yandan, toplumları plânlama, güçlü devlet, kalkınma projeleri, ütopya ve ülküler gibi bireyden feragat talep eden girişimlerden vazgeçmeye davet ederlerken, diğer yandan da yukardaki türden toplu felâketlerden korumayı vadederler.
Dürüst liberaller, serbest piyasa ekonomisinin herkese yarar sağlamayacağını hatta bazılarının düpedüz ölümü ile sonuçlanacağını teslim ederler. Ancak, bu kabulün hemen arkasından gelen seçenek şudur: “Ya sen, evsiz, barksız, aç kalacaksın ya da onlar.” “Onlar” Avrupa ya da Amerika’nın evcil şehirlerinin kaldırımlarında kıvrılıp ölmek suretiyle gözleri rahatsız etmezler. “Onlar” çok uzaklardaki rakamlarddan ibarettirler. Hak ettikleri şekilde yönetilecekler, hak ettikleri müstebidlere biat edeceklerdir. Kaldı ki ve son tatlilde, mesele, evsizlik, barksızlık, açlıkta düğümlendiğine göre, “ya sen ya o” durumunda, insanın kendinden yana olması en doğal hakkıdır ve bunda vicdanı rahatsız edecek bir şey yoktur. “Vicdan,” liberal toplumla çatıştığı yerde terk edilmeli; ahlâki değerler, ülküler, ütopyalar, “şiar” değil, “kişisel tercihler” olarak kalmalıdır. Bağdat’ta çocukların bombalar altında inlemelerini istemeyebilirsiniz ama bu hassasiyetinizi kişiye özel duyarlılığınız olarak kabul etmek, liberalizmin bu tatsızlığa bir çare bulmasını ummayı sürdürmek zorundasınız. Her ne olursa olsun, liberal sürece müdahale etmeye kalkışmayacaksınız, çünkü, Pol Pot’un ölüm tarlaları ya da Saddam’ın Halepçe’sinden başka seçeneğiniz yoktur; üçüncü bir yol yoktur.
Bu noktada itiraf etmeliyim ki, başımı kaldırıp, bugünlerde kuzey komşumuz ne yapıyor diye bakmamın nedeni, “SSCB hayatta olsaydı, siz bu bombaları biraz zor yağdırırdınız,” şeklindeki abesle iştigal etmiş olmam. Kim ne diyor derken, Cumhurbaşkanı Putin’in, Yirminci yüzyılın herhalde en yürekli yazarı Aleksandr Soljenitsin ile irtibat halinde olduğunu, fikir teatisi içinde olduğunu farketmek, bambaşka bir mutluluk kaynağı oldu. Soljenitsin, malum, Saddam’ınkinden bin beter istibdata karşı durmuş, Sovyet toplama kamplarını afişe etmiş, bir o kadar önemlisi, Batılı liberal demokrasileri istibdat karşısında tırsmak, maddesel esenliği yüceltmek ve ölümü küçümsemek suretiyle insanoğlunun ruhunu köreltmekle suçlamış olan adamdır!
1978’de Amerikan hükümetlerinin başlıca akıl hocalarının toplandığı Harvard Üniversitesinde yaptığı ve Batı entelijensiyada büyük yankı uyandıran konuşmasında, liberal demokrasilerle katılsız despotizmler arasında “Üçüncü yol” arayışının ilk işaretlerini vermişti: “İnsanoğlunun özde ‘iyi’ olduğu, fıtratında kötülük bulunmadığı inancı dünyaya hakim olduğu sürece, özgürlüğün şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır. ‘Dünya insanlara aittir’ inancı, ‘şerden yanlış toplumsal yapılanmalar sorumludur’ inancı geçerli olduğu sürece, özgürlüklerin şer lehine bükülmesi kaçınılmazdır. Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar. Yasaları uygulamaya kalkan hükümetin karşısına suçlunun insan haklarının ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır.”
Dikkatli okurun hemen farkedeceği üzere, Soljenitsin’in daha ilk cümlesi, “mantığın, cehaleti, batıl inançları, despotizmi yenmeye ve daha iyi bir dünya kurmaya yeteceğini” iddia eden Fransız Aydınlanması’nı hedef alır. Aydınlanmacıların başlıca hedefleri din (bu durumda Fransız Katolik Kilisesi) ve toplumu baskı altında tutan babadan-oğluna artistokrasiydi. “Ben ne biliyorum?” şeklindeki görünüşte masum soruyu soran Michel de Montaigne, aslında, ahlâki değerlerimizin Allah-vergisi fıtratımızdan kaynaklandığından emin olamadığımıza göre, onları başkalarına dayatmaya ne kıralların, ne papaların, hiçbirimizin hakkı yok diyordu. “Mutlak doğru” diye birşeyin olmadığına göre, ahlâki değer dediğimiz kültürel seçimimizden ibaretti: “Ölü insan etini ziyan edecekleri yerde yiyen Breziyalı yamyamların, hasımlarını baskı altında tutan Avrupalılardan daha ahlâksız olduğunu söylemeye ne hakkımız var?”
“İnsan”ın tek bir tanımı olmadığı, pek çok inanç, pek çok yaşam biçimi olduğu gibi, yeni biçimlerinde yaratılabileceği düşüncesi, “kültürel görecelik” akımının yerleşmesiyle sonuçlandı. Herkesin “insan”lığının kendine olduğu bu durumda, insanların birbirlerini yemelerini önlemek ancak yasalarla mümkün olabilirdi. Soljenitsin, liberal Batı demokrasilerinin yasaları uygulamadaki ciddiyetlerine hayrandır. Demokrasiyi kendi ülkesinin esenliği için olmazsa olmaz görür. Ancak, Voltaire ya da Rousseau gibi insanoğlunun özde “iyi” olup, sonradan toplumun yanlışları neticesinde “kötü” olduğuna katılmaz. “Kötülük” hepimizin içinde vardır ve zaptırapt altına alınmayan “özgürlük” şer lehine kırılır, çünkü, özgürlük aynı zamanda kuralların esnetilmesini, mezheplerin genişletilmesini getirir. Bir süre sonra, ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar. Yasaları uygulamaya kalkanların karşısına suçlunun insan haklarının ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır.
Toplamaya çalışırsak, Amerikan’ın Irak’a saldırmasının hangi destekler üzerinde yükseldiğine dair bir öngörü geliştirebiliriz diye düşünüyorum. Önce, “faydacı” yani liberal “ya ben ya o” şeklindeki siyah-beyaz dayatma ve üçüncü bir yol olabileceği fikrinin telâffuz dahi edilemez hale gelmiş olması. Bunun yan ürünü olarak liberal demokrasilerdeki “ütopya” kaybı. Gelinen noktada, Kıbrıslı Türklerin ya da Kerküklülerin ağlayanlarının kalmamış olması, Amerikalıların soğuk kanlı bombardımanını mümkün kılan yabancılaşmalarından uzun boylu farklı değildir. Her ne olursa olsun, liberal sürece müdahale edilemeyeceği “bilgisi”nin yarattığı, çaresizlik duygusu ki, “BM’ye, NATO’ya, IMF’ye bağlıyız” bildirilerinin altında yatan budur. Sonra Soljenitsin’in işaret ettiği Aydınlanma ruhu ki, “cinayet”i bile “kültürel değerdir” diye geçiştirebilir. Ülkemiz hırsızlarının ABD’de kabul görmesi, rahmetli Sabancı’nın katilinin ortada zafer işareti yaparak gezinebilmesi vb. vb. hep bu fasıldandır. Büyük Soljenitsin’e katılmamam mümkün değil, çünkü Allah biliyor, modern zamanlarda özgürlüklerin bir defacık olsun “hayr” lehine bükülmüş olmasına rastlamış değilim. Kim komşusunun yasa gereği hacz edilmiş mallarını ucuza kapatmak özgürlüğünden feragat etmiş, duyan var mı? “Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin pohpohlanmaları, hatta cezasız kalma ihtimalleri artar,” diyor, Usta, TBMM’deki sanıklara gönderme yapacasına. Ve elbette ki, yasaları uygulamaya kalkanların karşısına suçlunun insan haklarının ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır. Ve bu avukatların arasında Türkiye’nin yasalarla saptanmış garantörlük haklarını ihlâl etmekten kaçınmayanlar, Lefke’deki toplu mezardan domuz bağı ile bağlanmış cesedi çıkan sınıf arkadaşınız için duyduğunuz acıyı sizden “kişiye özel duyarlılığınız olarak kabul” etmenizi talep eden iyi niyetli “barış” gönüllüleri de vardır.
Neticeyi kelâm, ne geçtiğimiz Yirminci yüzyıl, ne de içinde olduğumuz şimdiki yıllar, “insan mantığının, cehaleti, batıl inançları, zulmü, despotizmi yenmeye ve daha iyi bir dünya kurmaya yeteceğini” iddia eden Fransız Aydınlanması’nı haklı çıkaran süreçlerdir. İnsan ruhunu maddesel esenliği yüceltmek ve ölümü küçümsemek suretiyle insanoğlunun ruhunu körelten oluşumları cesaretle irdeleyen Soljenitsin’e hayran olmamak mümkün değil! Kimbilir, belki de Putin’le olan ilişkisi, kayıp Üçüncü Yol’un ucunun Kuzey komşumuzda bulunabileceğine işaret etmektedir.
1) Utilitarian