YİNE SAVAŞÇI FİRAVUNLAR…

Yine savaşçı firavunların, yine estirdikleri fırtınalarla, yine kararttıklarını gözlemliyor olmamdan olsa gerek afakı, bugünlerde gözümde kokuşmakta olan bir gezegende rasgele savrulan kıvıl kıvıl bir canlı kümesi insanımız. Bitap düşmüş “medeniyet”in, yeniden toprağa yapışık bitkiye dönüştürmeye niyetlendiği dilsiz ve dayanıklı küme. 

“Toprağa yapışık bitki” gibi yaşamaktan muradım, hayatın gündelik gereksinimlerin ötesinde, daha üstün bir anlamı yokmuş gibi yaşanması. Tarihi deterministik bir bakış açısıyla değerlendirmek; ekonomik ve ahlâki düzelmenin mümkün olmadığı duygusunun yerleşikliği. “Kader”in anlaşılmaz ve denetlenemez tarihi güçlerin bir oyunu olduğu şeklindeki yaygın vurgu. Ölmeyecek kadar gıda, ehemmiyetsiz tasarruflar, ehemmiyetsiz servetler ve tahammül… Yığınlar yine ayaklar altında ezilecekler ve fakat o sonsuz yaşam içgüdüsü, toprak anaya tohum gömecek, çocuklar peyda edecek, yaşayakalanlar ölenlerden boşalan yeri hırsla dolduracak, acı çekmeyi sürdürecekler. 

İkisi savaşçı firavunların tanklarının altında ezilmek, ikisi ezilene kadar ölmeyecek miktarda gıda temin etmek, ikisi yedek, altı erkek doğurmaya kurgulanmış kadınları düşünüyorum. Ezilmek, ezmek, ezdirilmek üzere inatla döllenen, ezelden ebede döllenen insanları. Ölenlerden boşalan yeri doldurmaya ve acı çekmeyi sürdürmeye niçin ve nasıl bu kadar hevesli olunabildiğini anlamaya çalıştığımda zihnimde oluşan kavram, “sonsuz insan” diye tanımladığım oluşum. İnsan, “fani” değil, hayır, çünkü ayaklar altında ezilirken, ezilmek üzere yeni bir can dölleyen can, ezilmeye namzet yeni cana ağyar değil. İnsan, “sonsuz,” çünkü bir “fikir”den, bir “soyutlama”dan, dilerseniz anonim bir “gen”den ibaret. “Nafile” olan “birey.” 

Nafileliğinin gereğini yerine getiren birey, arşivini unutmaya, medeniyetini hükümsüzleştirmeye, bitkiye dönüşmeye rıza gösteren birey.  

Evet, savaşçı firavunların ayakları altında ezilen muhteşem arşivimizin çığlıklarını duyar gibi olduğum günlerdeyim. İnsanüstü bir disiplin ve özveri ile inşa edilen medeniyetimizin yüzüne tükürüldüğünün, tecavüze uğradığının kanıtları dört bir yanıma dağılırken, insanımızın trajedisine tanıklık etmek durumunda kalmanın aczi içinde canımın yandığı günlerdeyim. Aşka aşık insanların ülkesidir, Türkiye. Yüzyıllar boyunca oya gibi işlenen, bedenlerin kutsandığı, ruhların çiğnenmediği yüksek bir vizyonun, aşkın, hükümsüzleştirildiğini gördüğüm günlerdeyim. Öyle sanıyorum ki, bu aşamada, ya “toprağa iltisaklı” o “dilsiz ve dayanıklı bitkiye” dönüşülecek, ya da birikimimizi yani vizyonumuzu, yani daha üstün bir gerçekliğe duyduğumuz hasreti, yani aşkımızı, korumak için savaşmak durumunda kalınacak.

Bu topraklardaki varlığımızın belirgin bir kültür olarak sürdüğü bin yılın hemen tümünün takat ile hakikat arasında, maddesel dürtülerle genleşmek ile maneviyatın emrinde ruhun derinliklerine inmek arasındaki sürgit çatışmanın tarihi olduğunu iddia ediyorum. Bizim insanımızın hikâyesinin, başarıların üstüste bindiği bir evrilme değil, beklenmeyen patlamaların hikâyesi olduğunu iddia ediyorum. Parlak zaferlerle anlamsız acıların arasında gidip gelen muhteşem özverilerin tarihi. Ne ki, hedefe ulaştığımızı sandığımızda kendimizi salmak, yere düşüp kırılmak gibi bir huyumuz var. En büyük zaferlerimizden geride kalanlar, çocuklarımızın yararlanamayacağı kırık dökük parçalardan ibaret. Düsturumuz: “eskiye rağbet olsaydı, bit pazarına nur yağardı.”  

Öyleyse? Öyleyse, onarmaya çalışma! Eklemeye, kurtarmaya çalışma! Taş üstüne taş koyma! Yık ve yenisi yap! Bırak git, yeniden başla! En büyük zaferlerinden geride kalan, kırık dökük parçalar olsun, dönüp bir daha da yüzlerine bakma! Ne denli yüce olursa olsun, yaşanan yaşanır ve biter!  

Hükümsüzleşen fedakârlıklar, hükümsüzleşen ülküler, hükümsüzleşen birikimler, hükümsüzleşen aşklar, hükümsüzleşen milyonlar, hükümsüzleşen toplum. Ve başa dönüş:

“…medeniyet yorgun düşer, uykuya yatar. İnsanımız yeniden toprağa yapışık bitkiye dönüşür, dilsiz ve dayanıklı. Ezeli ve ebedi Anadolu insanı, çocuklar peyda eden, toprak anaya tohum gömen o sonsuz insan, yeniden ortaya çıkar. Savaşçı firavunların fırtınalarının rastgele savurduğu, kıvıl kıvıl ama kendisine yeten o canlı kümesi. Ölmeyecek kadar gıda, ehemmiyetsiz tasarruflar, ehemmiyetsiz servetler ve tahammül. Yığınlar ayaklar altında ezilirler ve fakat yaşayakalanlar ölenlerden boşalan yeri ilkel doğurganlıkla doldurur ve acı çekmeyi sürdürürler.”