Prof. Dr. Erdoğan Teziç’i tanır mıyım? Tanırım. Prof. İsa Eşme’yi tanır mıyım? Onu da tanırım. İsmen değil, yüzyüze görüşmüşlüğümüzden tanırım. Uzun uzun görüşmüşlüğümüzden tanırım. Teziç, Galatasaray Lisesi gibi bir gayya kuyusunda boğulmayı göze alan, diğer bir deyişle “profesör” ünvanının üstenciliğine kapılmadan lise müdürü olarak dağılmak üzere olan bir eğitim kurumunu ayağa kaldıran, ardından Galatasaray Üniversitesinin kuruculuğunu üstlenen bir idealist. Profesör Eşme, ömrünü “…sokak çocukları, eğitimsiz kişiler ve kötü alışkanlıkları kazanmış bireylerin eğitilmesi”ne adamış (1) bir eğitim neferi. “Köy Enstitüleri’nin kapanmasının bugünkü eğitim sistemini olumsuz yönde” etkilediğini söylüyor ki, hemfikir olmamak bence de mümkün değil. Mustafa Kemal’in “Milletin efendisi olan köylünün aydınlanması için beklenmemesi gerektiği” hükmünü şiar edinmiş. “Kent enstitüleri” diye adlandırdığı bir projesi var: dört üniversite mezunundan üç tanesinin işsiz, buna karşın “üniversite” kurulmasının bir “araç” olmaktan çıkıp, şu ya da bu nedenle “amaç” haline geldiği günümüzde ciddiyetle ele alınmayı, tartışılmayı hak eden bir öneri.
Profesör Yücel Aşkın’ı hiç tanımam. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne dört beş yıl önce gitmişliğim var. Tıklım tıklım dolu bir amfiydi, dinleyicilerin yarısı tekbir getirirken, diğer yarısı “ulusların kendi kaderlerini belirleme hakları”nı savunuyorlardı. Kar yolları kapamıştı, uçak inmiyordu; dönemin rektörünün eşi, kocası eşkiya peşine giden binbaşının eşine ebelik etmeye gittiğinden çaya gelemedi. Evlerin arası beş-altı yüz metre; kaldığım üniversite misafirhanesi kışla misali çıplak; genç öğretim üyeleri kardan ve yalnızlıktan ve husumetten müzdarip. Van gölü anlaşılmaz bir nedenle kabarırken, karşı kıyısında “özelleştirilen” Et ve Balık Kurumu tesislerinin söküldüğü, yerine apartmanlar dikilmesi plânlandığı anlatılıyordu. Acıyla anlatılıyordu, çünkü Et-Balık tesisleri herşeyden önce bir simgeydi: üretim simgesi. Sonra bir sabah, Trakya’dan Erzurum’a, ziraat fakültelerinin dekanları geldiler. Misafirhanede birlikte kaldık. “Kivi”den kavuna, ithal tohumdan aşırı gübrelemenin neden olduğu toprak kanserine kadar irdeledikleri bir sempoziyum için Van’daydılar. İstanbul’dan bakıldığında görülmüyor; ama orada birileri var. Tekbir-Kürt “milliyetçiliği”-toprak kanseri arasında kalmış birileri. PKK’nın şerrinden dükkânlarını açamadıklarını kapılı kapılar ardında fısıldayan birileri. Turistleri kaçırdıklarından, ünlü Ahlat bastonlarını bile satamadıklarından yakınan birileri. Sonra, bugünkü Milli Eğitim Bakanımızın başını kitaplardan kaldırmayan kardeşi. Ağabeysinin ülkenin bakanı olmasının bile yüreklendiremediği, umutsuzluğunu kıramadığı kardeşi.
Şimdi de Aşkın’ı Van’da ziyaret eden Teziç’in göz yaşları. Bir kurum olarak YÖK’ün yeterliliği yetersizliği üzerinde her türlü konuşma, her türlü eleştiri, iddia ya da savunma kaçınılmazdır ve öyle olmalıdır. Amma… Profesör Teziç’in gözlerinden yaşlar iniyorsa, kalbinde Hazreti Peygamber’den en ufak bir kıvılcım muhafaza edenler sormalıdırlar: “Neden?” Neden ağlar bir rektör? Sulu göz olduğundan mı? Yoksa, Aşkın’a yöneltilen “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak”, “tehdit ve baskı ile ihaleye fesat karıştırmak” gibi suçlamalar karşısında aciz kaldığından mı? Neden? Sorunun cevabını bilmiyorum; kimse de kendisine sormadı.
Bir yanda YÖK “Van’a çıkartma yaptı!” gibi basmakalıp yargılar ve “yargıya müdahale” suçlamaları, diğer yanda “beyaz kurdeleler.” “Basmakalıp yargılar” diyorum, çünkü bizde düşenin dostu olmaz. Varsa bir dostu, ya bir çete yoldaşıdır ya da bir cemaat, ne yapıyorsa ucu kendisine dokunduğu için yapıyordur. Hayır, “yargıya müdahale” suçlamalarını ciddiye almıyorum, çünkü “zaman aşımı” oyunlarından başlayarak, yargının malûliyetini biliyorum. Zamanında “müdahale” edilseydi, gözümüzün önünde gelişen sayısız aklanmanın önlenebileceğini düşünmeden edemiyorum. Daha doğrusu, töre cinayetlerinden DGM mahkemelerine, soldan, sağdan ve dört bir cenahtan doluşan sanık sempatizanlarını düşününce, ne Teziç’i, ne de Eşme’yi yadırgıyabiliyorum. Şurada bir Ermeni konferansını soğuk kanlılıkla yürütemiyoruz, nerede kaldı bir dostunuzun bilmemkaç yüzyıl hapis cezasıyla pekalâ da sonuçlanabilecek gibi görünen davasını.
Öte yandan, belki de şahsen bana en çok koyan Aşkın’ın sağlık sorunlarını “sürgit ağlıyor, parmağını emiyor, fetus pozisyonuna girdi” gibi betimlemelerle ifade etmekten sakınmayan hekimlerin varlığı ki, doktor-hasta ilişkileri mahremiyetinin böylesine galiz bir biçimde ihlâl edilebildiğini görmedim desem yeri. Aşkın’ın eşi olsam, milyarlarca liralık tazminat davası açardım derken, görüyorum ki, yapamayacak durumdadır; neden çünkü, “Van Tabibler Odası Başkanı” Aşkın’a yakıştırılan bu aczin “yargıyı etkilemek” üzere düzenlendiğini iddia etmektedir. “Parmağını emen hasta” aşağılamasına itirazı yok, meselesi, “ya yargıçlar acırlar da salıverirlerse” endişesi. Hanımefendi, yargıçların vicdanlarına güvenmek zorundadır; çok haklı olarak dava açamaz. Hele de ortada Enver Arpalı’nın öldürüldüğü gibi iddialar dolanırken, hiç açamaz. Ya Arpalı’yı öldüren, eşinin de hayatına malolursa?
Öte yandan, Beyaz Kurdelecilerin Bayan Aşkın’a verdikleri plâket: “İlime inanmayanlar Galile’yi bile mahkûm etmişlerdi!” Ne alâka diye sormayacaksınız; alelacele demirlenen pencereleri, “Türkiye seninle gurur duyuyor” saptamasının temelini sormadığınız gibi sormayacaksınız. Nitekim Bayan Aşkın da soramamıştır; denize düştüğünüzde kimlere sarıldığınızı sorgulayamazsınız. Hele de Vakit Gazetesinin manşetten verdiği “PKK-KADEK uzantısı Kurdish Institute Başkanı Devres Ferho, Rektör Yücel Aşkın’ın kendi davalarına destek niteliğindeki sözlerinden dolayı yargılandığını ileri sürerek, Rektör’e tam destek verdiklerini söyledi” haberinden sonra hiç sorgulayamazsınız. “Yargıya müdahale edilemez” öyle mi? Edilir efendim, ne ki “bizim” müdahilimiz “sizin” müdahilinizden üstündür.
Neticeyi kelâm, ben yine Fransız, ben yine et bet, ben yine lâl. Aklımda döner dolaşır rahmetli ozan Ahmet Arif’in o ünlü dizesi: “Dört bir yanım p… zulası.” İster istemez düşünüyorum, belki de ‘Rektör Yücel Aşkın’a sahip çıkmak Cumhuriyet’e sahip çıkmaktır’ diyen Teziç haklıdır; elbette, söz konusu olanın “şeffaflık esasına dayanan cumhuriyet” olması kaydıyla.
(1) Çukurova Üniversitesi, 2004.