Abant

Güzeldi. Durmuş Hocaoğlu’ndan, Mehmet Ali Kılıçbay’a, Ali Coşkun’dan Kemal Karpat’a, Mehmet Altan’a, Reha Çamuroğlu’ndan, Ali Bulaç’a* kadar ülkemiz entelijensiyasının renklerini aynı masa etrafında toplanmış görmek güzeldi. Tartışmalarda adabın gözetilmiş olması güzeldi. Kimsenin kimseye küsüp gitmemesi güzeldi. Abant güzeldi. Ağırlama olağanüstü özenliydi. Vakıf, katılımcılara ülkemizde az rastlanır bir imkân sunmuştu. Kendi adıma minnettarım.

“Küreselleşme,” kültür, ekonomi ve siyaset olmak üzere üç komisyonda ele alındı. İlk günün sonunda komisyonlar kendi raporlarını düzenlediler. Aynı gece sabaha doğru bu üç rapor “Sonuç Bildirgesi” şeklinde birleştirildi, ertesi sabah komisyon üyelerinin tümünün katıldığı toplantıda yeniden tartışıldı. Basında görüldüğü şekli akşama doğru kabul edildi.

“Sonuç Bildirgesi” bir uzlaşma metni, yani, katılımcı çoğunluğun bireysel mütalaalarını doğrudan hükümsüzleştirmediği için tümüyle reddetmedikleri, “genelde kabul edilebilir” düşünceleri yansıtıyor. Yusuf Kaplan’ın “Acaba şu Türkler veya müslümanlar küreselleşme gibi önemli bir konuda neler söylemişler diye merak edip de Abant metnine bakan biri, ‘bu metinde müslümanların söyledikleri kendilerine özgü bir şey yok. Mevcut küreselleşme söylemini ya doğrudan onaylıyorlar, ya da bu sürece bir yerinden katılarak dolaylı olarak onaylamış oluyorlar. Demek ki, Türklerin bu konuda söyleyecekleri özgün şeyler yokmuş. Yani mevcut süreci onaylayarak, kendilerini onaylatmaktan başka bir şey yapmamışlar’ diyecektir” şeklinde dile getirdiği gözleminin kaynağı bu. Ve bence de başlı başına bir tartışma konusu.

Bir yoruma göre, “genelde kabul edilebilir” düşünceler (dilerseniz “ana-arter”** doğrular) asgari müşterekleri içerdikleri için “ılımlı siyaset” denilen ve amacı toplumsal asabiyeti yatıştırmak olan uzlaşma metinleri (ya da “sözel ritüeller”) ile sonuçlanır. Ödün vermeyen düşünceler, “Uzlaşma Kültürü”nün uzantısı olan tartışma zeminlerinde “aşırı uçlar” olarak mahkum edilirler. “Aşırılık” katılıkla, fanatizmle eş tutulurken, “ılımlılık” erdemlerin en yücesi olarak alkışlanır. Bu bağlamda, “Uzlaşma Kültürü”nün aklın değil, akla uydurmanın yönetimini doğurduğu söylenir. “Uzlaşma Kültürü”nün belirleyici niteliği ideoloji yokluğudur. Bir de, “Uzlaşma Yönetimi” kavramı var.

“Uzlaşma Yönetimi”nin siyasi ilkeleri, teorileri, idealleri, felsefesi olmayan; yönü, hedefi, pusulası, öngörüleri yetersiz; liderliğinin entelektüel unsurları na-mevcut toplumlarda yeşerdiği gözlemleniyor. Bu sınıflandırmaya giren toplumlar, duyguların egemenliği altındaki toplumlar ve başat duyguları da “korku”dur. Çünkü – deniyor – toplumlar, felsefi temelleri kadar sağlamdırlar. Siyasi felsefesi olmayan ülkeler, okyanusun ortasında, rüzgarın merhametine sığınmış, rasgele yol alan gemiler gibidirler. “Kamaralarına sığınmış yolculardan tek bir ses duyulur: ‘Oturun oturduğunuz yerde! Gemiyi sallamayın!’ Yolcular birbirlerini hareketsiz kalmaya teşvik ederler çünkü kaptan köşkünün boş olduğundan korkmaktadırlar.” Sallanmaya gelmeyen bir geminin denize layık olmadığı açıktır. Ancak, bu gerçeğin farkına varmak için ideolojisiz yaşanamayacağının idrakında olmak gerekir. Uzlaşma kültürünün bir diğer adı da “anti-ideoloji ideolojisi”dir.

Kaplan’ın “Sonuç Bildirgesi”ne dair değerlendirmelerinin beni yukardaki saptamaların 5. Abant Platform’una dair kişisel gözlemlerimle ne ölçüde örtüştüğünü irdelemeye kışkırttığını itiraf etmeliyim. Söz konusu metnin Kaplan’ın önerdiği biçimde okunabileceğine katılmamam mümkün değil. Onca tartışma nasıl oldu da böyle bir metinle son buldu diye düşündüğümde tesbitlerim şunlar:

1) “Küreselleşme”ye Platform’u bağlayacak bir tanım getirmekten şiddetle kaçınıldı. Örneğin, “Yeni Dünya Düzeni” ibaresi asla telâffuz edilmediği gibi, “Yeni Dünya Düzeni”nin “Tek devlet, tek bayrak, tek din” sloganı da irdelenmedi. Hal böyle olunca, örneğin, katılıcımlarının arasındaki ünlü bir din bilginin “küreselleşme”yi Nisa Sure’sinden Allah’ın insanların birleşmesini emrettiği mealinde bir ayet okuyarak desteklemesi ya da İkinci Cumhuriyetin önde gelen temsilcilerinden birisinin Devlet Planlama Teşkilatının “resmi” tanımını kullanması gibi tartışmanın konusunu muğlaklaştıran, üstünü örten durumlar ortaya çıktı.

2) Müslüman, liberal, neo-liberal, Marksist, milliyetçi, muhafazakâr, Birinci ve İkinci Cumhuriyetçi görüşlerin temsilcilerinin düşünceleri, katılımcıların çoğunluğu tarafından kabul edilebilecek şekilde yontuldu ve deyiş yerindeyse “merkez”de toplandı. Örneğin, küreselleşmenin “ekonomik bir süreç” olduğu hükmünün metinde yer almasını olmazsa olmaz görenler, bu sürecin bir “öznesi” olduğu iddialarından vazgeçtiler ve “tek boyutlu ve tek merkezli bir süreç olmaması gereken küreselleşme” temennisine razı olmak durumunda kaldılar.

3) Liberalizm-Marksizm, liberalizm-İslâm (Sünni ve Alevi) gibi aksi kutuplarda yer alması beklenen düşüncelerin birliktelikleri ancak ve ancak tarafların inançlarından taviz vermeleri halinde mümkün olabilirdi ve öyle oldu. Örneğin, küreselleşmenin tüketimi pompalayan, gezegeninin kaynaklarını kurutan ya da gelir-dağılımı kabul edilemez biçimde bozan doğasının “adetullah”a aykırı olduğu hususu obskürantizme kurban verilirken, bir yandan liberaller-Müslümanlar (bir kısım!) – İkinci Cumhuriyetçiler ittifakı perçinlendi; diğer yandan, muhafazakârlar-Müslümanlar(bir başka kısım!)-Marksistler-Birinci Cumhuriyetçiler biraraya geldiler.

Şimdi buradan baktığımda görüyorum ki, Chicago oğlanlarının “bırak yapsınlar, bırak geçsinler”ini savunanlarla, “komşusu açken tok uyuyan bizden değildir”ciler arasında tek bir uzlaşma olabilirdi: anti-ideolojide uzlaşma. Korkarım, öyle de oldu.

Öte yandan, “uzlaşma kültürü”nün muhaliflerinin “aklın ve ahlâkın hüküm sürdüğü yerde, ‘ılımlılık’ diye bir şeyin olamaz” şeklinde bir saptamaları daha vardır. Bu açıdan baktığım zaman, öznesi tanımlanmamış bir tartışma yürüttüğümüz için “aklı,” İslâmi değerleri kollamaya özen göstermediğimiz için “ahlâkı” gözardı ettiğimiz bir tartışma yürüttüğümüz söylenebilir. Bunu nasıl becerdiğimize gelince: kendi düşüncelerimizi kendimize saklayarak. Pek azımız asıl düşüncelerimizi dillendirdik ve hemen hiç birimiz ısrarlı olmadık. Bunun nedeninin de uzlaşmaz bir tavır sergilemekten kaçınmamız olduğunu sanıyorum; bir bu, bir de Abant Platformu’nun konukları olduğumuz, Platform’un bir mutabakat metni ile sonuçlanması gerektiği şeklindeki yazılı olmayan kaygımız. Durum bu olunca ortaya katılımcıların hiç birisinin gerçekten sahiplenmediği, sonuna kadar savunmayacağı bir metnin çıkması kaçınılmaz oluyor. Bu gözlem de bana meselenin bir başka veçhesini düşündürüyor: “ödün kültü” denilen kavram.

Şimdi derler ki, “ödün kültü” devletin oyunculardan birisi olduğu “karma ekonomiler”de yeşerir. Karma ekonomiler, uzlaşmayla, ödünle yürür çünkü özgürlükleri ve denetimleri tanımlayacak ilkeleri, kuralları ya da teorileri sarih olarak ortaya konmamıştır. Ve konamaz çünkü karma ekonomileri baskı grupları yönetir. Bireyin haklarını tanımayan, ahlâki ya da yasal ilkeleri de olmayan karma ekonomilerin düzene benzer bir şeyi yürütebilmeleri için, kendi elleriyle yarattıkları baskı gruplarını zapturapt altında tutmaları gerekir. Bu da hayatın her safhasında, maddi, manevi, entelektüel alanlarda, ödün vermek demektir. Ödün verilmezse, baskı gruplarının elden çıkması, zaten çürük olan sistemi büsbütün çökertecek taleplerde bulunmaları önlenemez. Ödün kültü, uzlaşma kültürüne zemin hazırlar, bireylerin psikolojileri üzerinde belirleyici olur. Yani, bireyler bir tür oto-sansür geliştirirler. Oto-sansür, döner uzlaşmacılığı körükler.

Uzlaşmacılık, eleştiriye ve muhalefete kapalı ana-arter doğruların güçlenmelerine yardım eder. Nitekim, Abant’taki toplantıların birisinde bir konuşmacı diğerini Kopenhag kriterlerinin “gerisine düşmek”le suçlayabilmişti. Kopenhag kriterlerinin ya da Türkiye’nin “Ulusal Program”ının bu denli güçlü “doğru”lar olarak takdiminin katılımcılara, Kaplan’ın demesiyle “… mevcut süreci onaylayarak, kendilerini onaylatmaktan…” başka çare bırakmamış olduğunu düşünmek de kabildir.

Hasılı, Türkiye’nin kaderini değiştirebilecek nitelikteki insanlarını bir araya getiren Abant Platformu, ana-arter doğruları aşamayan bir bildirgeyle sonuçlanmışsa, bunun nedeninin toplumsal yapımızı şekillendiren uzlaşma kültüründe aranmasının yerinde olacağını öneriyorum. Aklı ahlâktan koparan, bireyi mevcut süreçlere yabancılaştıran toplumsal psikolojimizi masaya yatırmamız gerektiği kanısındayım. Belki de, önümüzdeki yıl yapılacak olan 6. Abant Platformu’nda her şeyi bir yana bırakıp, bu çözümlemeye yönelmeli, katılımcıların akıllarını gönülleriyle birleştirecek tartışma ortamının nasıl yaratılabileceği üzerinde kafa yormalıyız.

*Listeyi burada kesişim diğer isimlere daha az önem verdiğimden değil, sayfayı katılımcı listesiyle doldurmaktan imtina etme gereğindendir

** “main stream”