Türk Musikisi Vakfı Konferansı notları Sözlerime uzmanlık alanım olmayan bir konunun profesyonellerine hitap etmenin benim için hayli zor olduğunu söyleyerek başlayayım. Ancak, meselenin başka bir yönüne temas etmek istiyorum. Size biraz müziğin psikolojisinden ve dünya görüşleri ile ilişkisinden bahsedeceğim; çünkü, öyle sanıyorum ki, Mustafa Beyin izah edegeldiği hususlar bunlarla çok yakından ilgili. Öncelikle anlamamız gereken, müziğin “dünya görüşü”nü yansıttığıdır; belli bir dönemin dünya görüşünü yansıtır müzik. Hemen bir örnekle açıklayayım; örneğin, Konya Ovası’nda güneş cura ile batar. Şöyle bir düşünün ne demek istediğimi. Cura sesinin, Konya ovasının yarattığı psikolojiyi düşünün. Aynı sesi sanayi toplumlarında bulamazsınız. Sanayi toplumlarının müziği, her zaman kırsal kesim müziğinden farklı olmuştur. Bu dünyanın her yerinde böyledir ve çok iyi bildiğiniz gibi müzik iktisadi veya siyasi tarih doğrultusunda değişim gösterir. Şimdi bu olgudan yola çıkarak, belki de yadırgayacağınız bir noktaya gelmek istiyorum.
Mustafa Kemal Atatürk, her ne demiş olursa olsunlar, “evrensel müzik” diye bir şey yoktur. Müzik vardır; “evrensel müzik” yoktur ve olamaz. “Evrensel müzik,” yeni dünya düzeninin dayattığı Bilderberg konferansları gibi bir olgudur. Yani, tarihin belirli bir noktasında, en baskıcı, en varsıl, en güçlü ülkenin dünyaya dayattığı müzik. Bu müzik, ne yatay, ne de dikey olarak evrenseldir. Yataydan kastım, dünya yüzüne yayılmış topluluklar ve onların kültürlerinin kendi müziklerinin olmasının kaçınılmazlığı. Dikeyden kastım, tarihi gelişim. Tarihi gelişim, tek ve aynı yolda ilerlemez. Yani, meğer ki dayatılsın, müziğin evrileceği “tek” ve “küresel standart”tan bahsedilemez. Onun için ben derim ki, eğer dürüst olacaksak gelin şu “evrensel müzik” iştiyakından bir fasıl vazgeçelim. Evrensel müzik diye tek bir standart yok; peki ne var? Toplumların bahis konusu süreç içindeki dünya görüşlerine uygun ve dolayısıyla popüler müzikleri var. Bakın, müzik bir “akı”dır. Tıpkı, evrenin kendisi gibi bir akı. Ve bu akı içinde elbette ki, toplumların dünya görüşünde farklılıklar oluşacaklar ve bu farklılıkların müzikle ifade edilme biçimleri değişecektir.
Türkiye’deki kavgalara neden olan Türk Halk müziği, Arabesk, Klasik Türk Müziği, çok seslilik, tek seslilik tercihlerini düşünün. Ancak, bundan önce Türkiye neden bu kadar çok çeşitli müzik dinliyor onu düşünün. Türkiye her telden çalıyorsa, nedeni ülkemizin ortak dünya görüşünün erozyona uğradığı bir dönemden geçiyor olmamızdır. Türk milleti olarak şu anda ulusumuz en karmaşık, en kimliği belirsiz, en nefes alamadığı, bunaldığı bir dönemi yaşamaktadır. Şimdi böyle bir dönemden geçen bir ulusun, kendi dünya görüşüne göre, kendisinin olmak istediği yere göre, kendi yakıştırdığı yere göre kendisine dinleyecek müzik araması doğaldır. Türkiye’de olan da budur. Bence kendimizi içinde bulduğumuz bu durumu, ne abartmak, ne de kınamak lazım. Doğal bir oluşumdur. Öte yandan, eğer bu oluşumu etkilemek, yönlendirmek istiyorsak, meseleyi tüm telmihleri ile ele almamız gerekir. Bir kere, müzik, diğer disiplinlerden arındırılarak ele alınabilecek bir sanat değildir.
Disiplinler arasının altını çizerek söylüyorum. Yani siz bugün bir Dede Efendi’yi döneminin sosyo-ekonomik tarihini hesaba katmadan değerlendiremezsiniz. Aynı şekilde, ne yaparsak, yapalım, istersek yirmi tane arama konferansı toplayalım, meğer ki, Dede Efendi döneminin sosyo-ekonomik tarihini içselleştirsin, hiç kimseden, bu dönemin icraatını mükemmelen tekrarını bekleyemeyiz; bir yerde bir kayma, bir revizyon, dilerseniz dejenerasyon, mutlaka olacaktır. Kulaklarında jet uçaklarının sesi, diskoların gürültüsü olanların, kulaklarını boşaltıp, segah makamına hakkını vermeleri kolay iş değildir. Hal böyle olunca, ne yapmak istediğimizi bir daha düşünmeli, çabalarımızı o yönde yoğunlaştırmalıyız. Öncelikli isteğimiz nedir? Toplumumuzun belirli bir döneminin dünya görüşünü yansıtan müziğin muhafazası mı, yaygınlaştırılması mı? Bunlar farklı hedeflerdir. Az önce, sanırım Mustafa bey’di, ve halkı olarak klasik Türk musikisinin gençlere ağır geldiğinden bahsetti. Evet, ağır geliyor. Ancak, gençlere örneğin, matematik de ağır geliyor. Söylemek istediğim, bu müziği “tüm” içinde ele almak durumunda olduğumuz. Yani, eğitim sistemimiz matematikte sayfalar dolusu sağlama yapabilen gençler yetiştiremiyorsa, problem çözümü bir mesele olarak karşımıza çıkıyorsa, kapsamlı, derinlikli, incelikli musiki yaptırması da bir o kadar zor olacaktır. Bu anlattığım, yapılmak istenilenin klasik Türk müziğinin “yaygınlaştırılması” olması halinde karşılaşacağımız engeldir. Gelelim, “muhafaza” ya da meselenin “müzecilik” faslına. Eğer diyorsak ki, Türk musikisini öyle koruyalım ki, ana değerleri değişmesin, o zaman bu hedefimiz eğitim/öğretim kurumlarını iyileştirmek, konservatuarlarda ya da başka kurumlarda ne yapmalıyız ki yozlaşmayı mümkün olduğu durduralım, müziğimiz aslına uygun olarak icra edilsin diye düşünmemiz lâzım. İşin bu faslı, yaygınlaştırma gayretlerinden önce ele alınmalıdır. Burada Klasik Türk Müziğine ilişkin konuşageldiğimiz meselelerin çoğu, sizi temin ederim, Batı’daki Klasik Müzik, örneğin, Bach’ın doğru icrası sorunlarından farklı değil. Orada da belirli dönemin dünya görüşünü yansıtan müziklerin müşterileri az. “Müşteri” kelimesini affınıza sığınarak söylüyorum ama öyle, çünkü Bach dönemi dünya görüşü, günümüz dünya görüşleriyle çakışmıyor. “Zaman” kavramıyla çakışmıyor. “Hız”la çakışmıyor. Bu bir Dede Efendi ya da Itrî söz konusu olduğunda, bizde de böyle olacak. Hal böyle olunda, ben derim ki, bir kere kendimizi kötü hissetmeyelim; meseleyi “vay bize neler oluyor” şeklinde hayıflanmadan ele alalım. İkincisi, Dede Efendi’yi tutturamıyoruz diye “evrensel müzik” arayışı diye bir tuhaflığa girmeyelim. Kaldı ki, “evrensel müzik” aramaya gerek de yok, buyurun Kral TV’den NTV’ye kadar her yerde istemediğiniz kadar sık duyabilirsiniz “evrensel” denilen müziği. Hiç sanmam ki, istenilen ve beklenilen bu olsun. Öte yandan, bu dağınıklığa bir son verelim de, Türkler eskiden olduğu gibi incir ağacının altında oturup fasıl dinlesinler gibi bir gayrete hiç girmeyelim! Böyle bir vizyonumuz olamaz, çünkü içinde bulunduğumuz dönem, ne de dönemin dünya görüşü izin verir. Ama hazinelerimizi korumak, iyi muhafaza etmekle yükümlüyüz. Varsın, müze bekçiliği yapalım.
Bence yapmaktan kaçınmak zorunda olduğumuz şey, müze parçalarını günümüzde kullanılabilir eşyalara dönüştürmeye kalkışmaktır ki, asırlık semaverleri delip, elektrikliye çevirmeye benzer. Günümüz ihtiyaçlarına uygun eserler elbette üretilecektir, ancak yeni arayışlar “evrensel” olsun diye değil, ülkemizde yeşeren yeni bir dünya görüşünü/görüşlerini yansıtacakları için teşvik edilmelidir. Evrensel olsun diye en saygın eserlerinizi dahi alıp, sağını solunu çekiştirip bir ucube haline getirilmesine izin verilmemelidir. Önce de söylediğim gibi, Türk müziğindeki mesele Türkiye’de hemen her mevzuda yaşanan dünya görüşü karmaşasından farklı değildir. Türk musikinin yasaklandığından bahsetti az önce Sayın Hocam; elbette yasaklanacaktı, neden çünkü Atatürk dünya görüşümüzü değiştirmek istiyordu. Ve klasik Türk müziği uyarlanmamızı istediği yeni dünya görüşünün müziği değildi. Hal böyle olunca, niye yasaklandığını anlamak zor değil, öyle değil mi? Oysa yaklaşık yetmiş yıl sonra bugün geldiğimiz bu noktada artık biz diyoruz ki, “bizim dünya görüşümüz farklıdır/farklı olmalıdır.” Eyvallah, ancak bu tezimizi destekleyecek sair disiplinlerle koordinasyon içinde olmamız gerekir. Nerededirler bu ülkenin sosyologları, nerededirler bu ülkenin filozofları, nerededirler bu ülkenin romancılar, mimarları, ressamları? Kültür, bir bütündür, “dünya görüşü” bütünlüğe kavuşmalıdır. Benim inancım şudur ki, Türk müziği sonunda bir yere oturacaksa, kültürümüzün diğer bütün dalları ile birlikte oturacak. O çok mutlu aşamaya kadar, bizim yapabileceğimiz müze bekçiliğini hem de çok iyi yapmaktır. Ama nasıl? Bunu saptamalıyız. Ve kendimiz saptamalıyız. Ne kadar bilgili, metodik, bilimsel olurlarsa olsunlar, yabancılara da ihale edemeyiz. olan bu. Yaşar Kemal’in o güzelim İnce Memet’ini dünyanın en başarılı yönetmenlerinden Peter Ustinov filme çektiği zaman nasıl bir filme dönüşmüştür, bilirsiniz. Ortada ne İnce Memet kalmıştı, ne de diğer karakterler. Neden, çünkü “yabancı”nın eli değdiğinde, eserin ruhu değişiyor. Aynı şekilde isterse Berkeley olsun bir yabancı konservatuar Türk Musikisini öğretemez. Bir şey öğretir, ama farklı bir şey öğretir. Nasıl ki, bunu Mutlu Torun beyle zamanında çok konuşurduk, nasıl ki geleneksel olmayan enstrumanlarla icra ettiğimiz yabancı eserlerde ne olursa olsun bir Türk tadı bir Türk tınısı kalır, bu da öyle. O bakımdan, karar vermek lazım: Klasik Türk Müziğini aynen aslı gibi icra edeceğiz diyorsak, kulaklarımızı sıkı sıkı tıkayıp, günümüz seslerinin girmemesini sağlamamız mı lâzım? Yoksa, çocukları ses geçirmez evlerde büyütüp sadece Dede Efendi mi dinletelim? Bunlar işin şakası elbette! Söylemek istediğim, değişimden kurtulmanın mümkün olmadığı. Ama, yozlaşma önlenebilir. Nasıl ki, örneğin, “Türkçülük” adına, efendim, Sultanahmet Camisi mermerlerinin iki çivi çakıp, tahta yayık sarkıtan kabalığa izin veremeyiz; nasıl ki, “restorasyon” adına rüküş mimariye izin vermeyiz, müzikte de “çok seslilik” ya da “çağdaşlık” adına dejenerasyona izin vermemeliyiz. Özgün bir şeyler üretemiyorsak, bırakın bu yılları müze bekçiliği ile geçirelim. Evrensel müziğe kavuşacağız şekilde ham hayallere kapılmayalım. Yaygınlaştıracağınız diye Türk musikisini halk dalkavukluğu yapmayalım. Bunu yapacağımıza bırakalım Klasik Türk Müziği “seçkinlerin” müziği olsun, bırakalım küçük gruplar, küçük gruplara ama mükemmelen iyi icra etsinler. Popülizmin bizi geriye dönülmez noktaya sürüklemesine izin vermeyelim.
Bir de örnek vereyim ki, ne dediğimi anlatabileyim: Bülent Ersoy’un uslûbunu örneğin popülizm belirler. Ve bu tavırdan yola çıkarak daha üst bir aşamaya Gelmek mümkün değildir. Türk Musikisine gönül vermiş insanların, bu tuzağa çok dikkat etmeleri gerekir. Vahşi kapitalizmle, Dede Efendi gitmez. Ha, gitmez de ne olur? Hiç! Yeni müzik türü çıkar, o da Türk olur. Ama her şeyi birbirine katıp karıştırmanın anlamı yoktur. Orhan Beyin kendisi burada. Niye Gencebay’ın müziği sahici Türk müziğidir? Türk müziğidir, çünkü belirli bir dönemin Türk dünya görüşünün müziğidir. Toptancı hükümlerle, bir yere varmak mümkün değildir; her oluşum, kendi sosyolojik ve kültürel yansımaları ve telmihleri ile birlikte düşünülmelidir. Aksi takdirde, habire kendimize öfkelenir, kendimizi kırbaçlarız. Türkiye’nin içinde bulunduğu kimlik sorununu bir tarafa koyarak, Türk Müziğine ne oluyor değerlendirmesi içersine girersek, çok ciddi yanlış yaparız. Son bir örnekle bitireyim. Bakın, 1960’ların popüler ezgisi “Burçak Tarlası”ydı. ‘70’de bir daha geldi, sonra bir daha. Şimdi, “Ayna” denilen grup popüler, döndü dolaştı “Burçak Tarlası” otuz yıl sonra gene geldi. Neden? Niye yine Burçak Tarlası? Niye gene Türkülerden medet umuyoruz? Türkiye, kimliğinin tehdit edildiğini hissettiği için özüne dönüyor olmasın? Öte yandan, en beklemediğiniz diskoda, geceyi “Biz Heybeli’de her gece mehtaba çıkardık” diye bitiriyor olmamız bir vakıa değil mi? Sizce bu ilginç değil mi? Belki de, Türkiye yozlaştı mı, yozlaşmadı mı, şeklindeki kaygılarımız bile yersiz! Bildiğim tek şey, ağlanmakla, kendimizi kırbaçlamakla olmadığı. Ve ne olursunuz, gelin yutamayacağımız şeyleri çiğnemeye kalkmayalım! “Evrensel müzik” gibi içi boş kavramların peşinden gitmeyelim! Kolay, gelsin!