Ve bakla sonunda ağızdan çıktı: “Türkiye’de entelektüeller gerekli değildir. Çünkü son yıllarda gördüğümüz örnekleri ne yazık ki, bu topluma yarar değil, zarar getirmiştir.”(1) Korktuğum başıma geldi desem, abartmış olurum, çünkü, en yakın çağrışım, İspanya İç Savaşı’ndan. Salamanca Üniversitesini basan General Franco’nun faşist generali Milan-Asray, “Entelektüelizme ölüm!” diye haykırmış, ve eklemişti “Ve yaşasın Ölüm!” Bağımsız bir yazar ve düşünür olan rektörün üniversiteden silâh zoruyla çıkarılırken söylediği: “Kazanacaksınız ama asla insanlığı geliştirme yolunda değil!” Unanumo’nun kalp krizi geçirmiş ve bir hafta içinde ölmüş gitmiş olduğu başka bir mesele.
Daha güncel bir çağrışım, pirimiz Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşananlar ve yaşananlardan bize düşenler. “Bize düşenler” diyorum, çünkü “anti-entelektüel” akımlar konusunda daha 1963’de yayınlanan gelmiş geçmiş en mükemmel araştırmalardan birisinde (2) “aydın düşmanlığının üzerinde yükseldiği üç sütun” olarak tanımlanan “dayatmacı dindarlık, köşe dönmecilik ve popülist politikacılık”ın ülkemize adım adım yerleşmesine hepimiz gibi ben de tanık oldum.
Sözünü ettiğim araştırma, George W. Bush’un kılpayı kazandığı (belki de kazanamadığı!) son ABD başkanlık seçimlerinden sonra tekrar gündeme geldi. Nedeni, seçimin “Amerikan kültüründe entelektüellere ve entelektüelliğe atfedilen değerin ne denli marjinal” olduğunu bir kez daha göstermiş; Bush’un kırdığı korkutucu-komik potların ve yürüttüğü kampanyanın “yüzeyselliği ve at yarışlarını çağrıştıran kabalığı”nın(3) “aydın karşıtı” tutumuyla ünlü selefi Dan Quayle’i bile geride bırakmış olması. İngilizce bilmeyen okurları sıkmak pahasına, Bush’un gaflarından birkaçını sıralamakta ülkemizdeki benzerlerini hatırlatmak açısından yarar var: “ascribe/atfetmek” diyecekken “subscribe/abone olmak,” “resort/başvurmak” diyecekken “retort/karşılık vermek”, “hostage/rehine” diyecekken “hostile/hasım” demek gibi anlamsızlıklar, dilbilgisi yanlışları, “Sosyal Güvenlik bir federal program değildir” şeklindeki galiz bilgisizlikler, yabancı liderlerin isimlerini karıştırmak, vb. vb. “Başkanın sergilediği cehalet o denli büyüktü ki, meğer ki disleksik (4) olsun, insan bu düşünce-tembeli Andover, Yale ve Harvard mezununun okumuş insanlara içerleyen tribünlere oynadığından kuşkulanıyordu.” (5) Daha da kötüsü, Bush’un “dünyayı hiç merak etmediğini (ABD ve Meksika’nın başkenti dışına hiç çıkmamıştı) ve akıl yürütme yetisinin olmadığını gösteren pek çok örnek vardı. Söyleşilerde cevabını ezberlemediği soruları geçiştiriyor, mitinglerde sloganlarla idare ediyordu. Belirli bir düşünce silsilesi izleyemediğinden, anlatmaya başladığının sonunu getiremiyor ve örneğin, ‘İlaç tedavileri, ilaçların yerini alıyor’ gibisinden saçmalayıveriyordu.” Yanlışlar o denli galizdiler ki, “…ciddi insanlar bir noktadan sonra Bush’un hatalarına işaret edemez oluyorlardı, çünkü dinleyen kitlelerin işin vehametinin farkına varmadığı durumlarda böylesi çıkışlar ‘seçkinci’ ukalâlığı olarak algılanabiliyordu.”
Gözlemciler, Bush-Gore seçimlerini “iki ulus”un berabere kaldıkları bir yarışa benzettiler: uluslardan birisi, kırsal, kıtasal, çoğunlukla erkek, beyaz “Bush-land,” diğeri kentsel, denizci, çoğunlukla kadın, karaderili ve kozmopolit “Gore-land.” Entelektüellerden ve entelektüellikten kaçışın her iki “ulus”ta da görülmesine karşın, durum Bush cenahında çok daha belirgindi ve “seçmenlerin yarısı, nasıl olup da hemen hiçbir başarıya imza atmamış, bu kadar bilgisiz ve meraksız bir adamın ABD başkanı olarak kabul görebildiğine afalladı. Öte yandan, Bush müdafileri, Teksaslının bilgili olup olmamasının önemli olmadığını, kendisine bilgili bir grup adam istihdam edebileceğini savunuyorlardı ki, bu bilginin aşağı mevkidekiler için önemli olduğunun teyidiydi.” Bush taraftarları, adamın düşüncesizliğini, dar görüşlülüğünü, kapasite eksikliğini, “yönetim biçimi farklılığı”na indirgeyip, geçiştirdiler. Öte yandan Gore, entelektüellerin katı ve ahkâm kesici tavrının kurbanı oldu. Medya’ya göre de, Gore, fazla zekiydi; Bush ise sıradan babacan bir halk adamı.
Yazının başında sözünü ettiğim araştırma, 1963’de yayınlanmış olmasına karşın, aslında 1950’li yılların bir özetiydi. Dönem aydınlarının çoğu gibi, Hofstadter de Joseph Mc Carthy’nin “komünist” avcılığından, düşünce adamlarının adını “yumurta kafalılar”a çıkaran gidişattan endişeliydi. Daha 1954 yılında kovboy hikâyelerine düşkünlüğü ile ünlü Başkan General Eisenhower, entelektüeli “bildiğinden fazlasını anlatmak için gereğinden fazla kelime kullanan adam” olarak tanımlamıştı.
Hofstadter’e göre, Amerikan’ın anti-entelektüel tutumu, Amerikan ulusal kimliğinden daha eskidir. Örneğin, 1642’de, Harvard Üniversitesinin temellerini atan Püriten Papaz John Cotton, “Ne kadar bilgili, ne kadar zekiyseniz, Şeytan’a o kadar yakın olursunuz,” demişti. Diğer bir ünlü, Indiana eyaletinin kurucuların Baynard R. Hall: “Biz her zaman cahil adamı yetenekli olana tercih ettik; zeki adayların ahlâkını bozacak şekilde hareket ettik; çünkü maalesef zekâ ile kötülüğün bir arada gittiği, yeteneksizlerin iyi insanlar oldukları şeklinde bir inanç var,” diye yakınmıştı.
Amerika’ya özgü (acaba mı?) bir paradoks diyorlar: “Sıradan insanların okur-yazar olmalarına değer veren Amerikalılar, uzmanlardan şüphelenirler.”
Hofstadter’in “anti-entellektüelizm”i taşıyan sütunlarının hâlâ yerinde durduğu söyleniyor. Ancak, Amerika’da “teknik entelijensiya”ya ilişkin farklı bir gelişme var. Fen bilimlerinde İkinci Dünya Savaşı sırasında görülen gelişmeler, 1957’de Rusların Sputnik’i fırlatmaları ile Amerikalıların yaşadığı panikle birleşince, “sağ duyunu”n gücüne inanan sıradan ve saygın Amerikalılar, “eğitimliler”in uzmanlığı denen şeyin maddi fayda sağlayabileceğini teslim etmek durumunda kalıyorlar. Ancak, o gün olduğu gibi, bugün de, saygınlıklarını koruyabilen “eğitimliler,” yerlerini (ve hadlerini!) bilenler. “Entelektüeller” somut işlere yaradıkları kadarıyla itibar görüyorlar; somut işler, yani, örneğin, polyo aşısının keşfi, bilgisayarların geliştirilmesi, uyduların hizmete sokulması, vb.
Entelektüellere karşı tutum, Kennedy zamanında da özde değişmiyor. Zarif, esprili, güzel cümleler kuran, John Kenneth Galbraith ve Arthur Schlesinger gibi entelektüellerin muhabettinden hoşlanan ancak düşünce dünyası ile uzun boylu ilgilenen bir başkan değil, Kennedy. Johnson zamanında Beyaz Saray’da entelektüellere ve sanatçılara davetler veriliyor ama Viet-nam savaşına karşı olanların boykotları sonucunda bu göstermelik birlikteliğin sonu geliyor. Anti-entelektüel tutum, “sol”da da geçerli. ’68 kuşağı, “Kararı emekçiler versin” sloganı ile Appalachia sendikaları için akıl dışı ödünler kopartmaya çalışıyorlar, Robert S. McNamara günah keçisi ilân ediliyor.
Nixon-Agnew ikilisi, “sessiz çoğunluk” lâfzını, “konuşan muhalif azınlık”ın yerine ikame ediyor ve neo-muhafazakar eğilime revaç veriyorlar. Ronald Reagan’ın klasik anti-entelektüalizm temasını işlemesi daha Kaliforniya valiliğine adaylığını koyduğu zamandan başlıyor. Medya, sivri lâflar etmeyen, iyi huylu bu adama bayılıyor ve yeteneksizliğinin üstü örtülüyor. Akademisyenlere karşı tutumu, yarı-buçuk eğitimi hatta ormanların çevre kirlenmesine neden olduğu şeklindeki akıl almaz inancı bile hasır altı ediliyor. Reagan’a muhalefet, “üstencilik” sayılıyor.
1990’lara gelindiğinde Amerikancaya iki yeni kelime giriyor. Bunlardan birisi “geek” diğer “nerd.” Geek, “teknolojiyle olağanüstü bütünleşmiş soylu ve itibarlı birisi” olarak tanımlanıyor. Çevrelerindekilere anormal görünmek pahasına, bu insanlar bilgisayar ve internet programcılığı ile uğraşıyorlar. Nerd, “akıllı olan ve akıllı olduğunu kabul etmekten korkmayan, kahraman girişimciler” anlamına geliyor. Bill Gates, meselâ, bu sınıfa giriyor. Bir de “Nerd Kurtuluş Hareketi” diye bir eylem grubu kurmuşlar: “Günümüz toplumunda, akıllı insanlar hırpalanıyorlar,” diyorlar, “Çevremizdeki normal insanlar rahatsız olmasınlar diye, biz aptalmışız gibi davranmak zorunda kalıyoruz. Zeki insanlar olduğumuzu saklamaktan sıkıldık. Zekâmızı alaya alınmadan ifade etmek istiyoruz. ‘Keskin sirke küpüne zarar verir’ türünden aptalca yargılardan bıktık. Sadece düşüncelerimizi ifade ettiğimiz zaman bile ukalâlık etmekle itham etmekten yorulduk.” Öte yandan, “seçkincilik,” Amerikan yeni-muhafazakârlarının, entelektüelleri marjinalleştirmekte kullandıkları bir terim. Yurdumuzdaki karşılığını, kâh “Jakobenizm” kâh “Rical,” kâh “beyaz-Türkler” olarak dillendirildiğini gördüğümü sanıyorum. “Popüler” olan kültürün yüceltilmesi, “imaj,” “klip” ve “cingıl”larla doldurulan bir yaşam, entelektüel uğraşları battal, anlamsız, verimsiz ve anlamsız kılıyor. Kolay olanın kazanıyor gibi göründüğü bir dünyada, gerçeğin peşine düşmek, birden fazla hipotezi göğüslemek, çekilen zorluklara saygı duymak, ambalajlanmış doğrulara direnmek, ahmaklıkla değilse uçuklukla eş tutuluyor.
Popüler kültür, aynı zamanda, “ağzı olanın konuştuğu” bir kültür. Uzun süre tecrit edilmiş mahkûmlar gibiyiz, konuşuyor, konuşuyoruz ama konuştuklarımız örtülü mesajlar, el kol hareketlerinden ibaret. Akıl yürütmek, ülkemizin ve dünyanın geleceğine ilişkin fikir üretmek değil, kanaat yarıştırmak. Daha da vahim olanı, şimdi “rasyonel otorite” denilen kavramın da “tu kaka” edildiğini görüyoruz. Hemen açıklayayım: “rasyonel otorite” bilenin bilmeyen üzerindeki otoritesidir. Hoca-talebe ilişkisidir. Talebenin hocanın yerini almasıyla sona erer. Onun için de rasyonel yani akılcıdır.
Kendi adıma, eğitim ortalamasının üç-buçuk yıl olduğu ülkemizde, “Türkiye’de entelektüeller gerekli değildir. Çünkü son yıllarda gördüğümüz örnekleri ne yazık ki, bu topluma yarar değil, zarar getirmiştir,” türünden bir saptama kanımı donduruyor. Tek umudum, bahse konu yazıdaki “entelektüel” kavramını farklı yorumluyor olmamız olasılığı. Bunun da bir züğürt tesellisi olduğunu ifade etmeliyim, çünkü bu hayati kavram üzerinde bile fikir birliği yoksa vah halimizde diye hayıflanıyorum.
Kimbilir, belki de, “Biz, bilenlerin etkin olduğu bir dünyanın daha iyi bir dünya olduğuna inanıyoruz,” diyenlerin saflarına katılmalıyız, “Eğer ağır bir şeyi kaldıracaksanız, güçlü bir adam ararsınız. Yüksekteki bir şeyi almak istiyorsanız, uzun boylu birini bulursunuz. Karmaşık bir karar verecekseniz, neden bir entelektüel aramayacaksınız ki? Mektepli olmanın bir sakıncası yoktur. Mektepli olduğunu söylemenin bir sakıncası yoktur. Mektepli olmayı söylemek övünmek değil, sadece bir olguyu dile getirmektir: tıpkı ‘benim boyum uzun,’ ‘ben güreşçiyim’ der gibi.”
1) Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 25 Kasım 2002.
2) “Anti-Intellectualism in American Life,” Richard Hofstadter, 1963,
3) Prof. Todd Gitlin, New York University, tebliğ
4) “dyslexia” kelimeleri tersten görme/okuma bozukluğu
5) Todd Gitlin, aynı tebliğ